Daha önce de Weber ile ilgili biyografik bilgilere yer verirken, kendisinin 19’uncu yüzyıl üçüncü çeyreğinden ölümüne kadar (1910) İzmir ve çevresi arkeolojisi konusunda bir otorite olduğunu belirtmiştim. Bu bağlamda kentin içinde ve çevresinde arkeoloji ile ilgili herhangi bir olayda başvurulan ilk isimdir Weber. Urla kazasına bağlı Gülbahçe’de (o zaman da aynı isimle anılmaktadır) bir köylü arazisinde bir kilise yapısı ortaya çıkardığında da ilk haber verilen isim yine Georg Weber olur.

Weber, 1896 yılında Rum köyü olan Gülbahçe’de bir köylünün tarlasında bir kilise yapısı ortaya çıkardığını öğrendikten ancak 4 yıl sonra 1900 yılının ilkbaharında kalıntının bulunduğu yere gidebilir ve incelemelerde bulunur. Olayın içeriğinde ezoterik bir yan da vardır. Şöyle ki; Gülbahçeli köylü kızına rüyasında Aziz Demetrius görünür. Aziz, köylü Rum kızına göründüğü iki defada da, babasının kendi tarlasını kazmasını ve buradaki kilise yapısını ortaya çıkarmasını söyler. Bunun üzerine köylü tarlasını yaklaşık 1 metre kadar kazar ve kilise yapısını ortaya çıkarır. Hikayenin başlangıcı kısaca böyledir…

Geriye kalan ise Georg Weber’e haber vermek ve kendisinin Gülbahçe’ye giderek kalıntıyı incelemesidir. Nitekim öyle de olur, kendisine haber verildikten sonra ancak 1900 ilkbaharında Weber Gülbahçe’ye gitmek için fırsat bulur – sürenin bu kadar uzamasının nedeni muhtemelen yazarın anılan tarihlerde sahada İzmir’in suyolları üzerine çalışması olmuştur. Yazar bize hemen “Urla’nın 2 saat batısında yer alan” Gülbahçe’ye ilişkin bilgi vermekle işe başlar, Gülbahçe, kendi adıyla anılan bir körfezin içinde yer almaktadır. Bu yerleşim 3 kısımdan oluşmaktadır: 1)Denizden yaklaşık 1 saat kadar uzaklıkta bulunan Çiftlik, 2)Denizden yaklaşık 1 km uzaklıkta bir tepenin üzerinde kurulmuş bulunan köy yerleşimi ve 3)Deniz kıyısında birkaç balıkçı kulübesinin yer aldığı kıyı yerleşimi.

Bu sonuncu olan bölgede varlığını Hıristiyanlık Dönemi’ne kadar sürdüren bir yerleşim bulunmaktaydı. Biri kemerli bir yapı olan 2 büyük sarnıç, çok sayıda tuğla ve terrakota kalıntıları ve de köylülerin okul ve kilise inşa ederken karşılaştıkları taş ve sütunlar bu iddiaya en iyi kanıttır.

KALINTIYI İLK GÖREN UZMAN

Weber, yapı kalıntısını en erken gören bir uzman olarak ayrıntılı olarak bilgi aktarır: “Temel planı tamamıyla ortada olan kilise yapısı tam olarak doğu yönünde inşa edilmiştir. Batı tarafından 2,20 metre genişliğinde bir kapıdan avluya girilmektedir. İki kanatlı olan kapının sadece güneydeki kanadı giriş için kullanılmıştır; çünkü burada bulunan geniş eşik mermeri 8 cm kadar aşınmıştır. Avluda, duvar içinde kalmış olan 3 sütun, bir zamanlar avlunun üzerinin örtülü olduğuna işaret etmektedir. Ayrıca buradan bir kapıya doğru değil ama kuzey tarafındaki açık olan gider kanalına bakılacak olursa bir çeşmeye gidilmekteydi.

 

Avludan sağ ve sol tarafta bulunan kapılardan narteks’e geçilmekte; kapılardan bir tanesi 4 metre olan naos’a açılmaktadır. Her iki tarafın sonunda çok güzel apsisler yer almaktadır – tıpkı benim Aphrodisias’taki büyük kilisede saptadığım gibi.  Güney tarafındaki apsis’te yuvarlak ağızlı bir kaynak suyu yer almaktaydı ve burası muhtemelen bir ayazma idi. Kuzey tarafındaki apsis ise çok tahrip olmuştu, belki de vaftizhane’ye açılmaktaydı. Oldukça temiz görünen bir mozaik yapı tabanı kaplamaktaydı. Beyaz üzerine siyah renkle geometrik şekillerden oluşan temiz bir işçilik dikkat çekiyordu ve tesserae’ler kare şeklindeydi.  Mozaiğin içine neredeyse ortasına çerçeve içinde aynı malzemeden iki ayrı kitabe yerleştirilmişti (Şekil 1).



Narteks ile kilise arasındaki duvara üç ayrı kapı açılmış. Her iki yanda kalan kapıların her birinin genişliği 1 metredir. Ortadaki kapı ise neredeyse tamamen tahrip edilmiş olduğu için genişliğini saptamak mümkün olmamıştır. Ancak planda 2 metre olarak gösterilmiştir.


İki sıra kaide kısmen in situ haldedir ve ortadaki kısım 6 metre, her iki yandaki dar kısımların her biri 3 metre olmak üzere 3 parçaya ayırmaktadır ve uzunluğu 20 metredir. Ortadaki kısım 5,35 yarıçapındaki bir yarım daire bir apsis ile yan bölmeler ise oda, diokonikon ve Prothesis ile çevrilidir. Dikkat çekecek bir biçimde bu bölümler her iki tarafta olduğundan çift olarak bulunuyordu ve yan bölmelerle ilişkili değildi.  Girişleri ise muhtemelen –apsis’in önünde 4 metrelik bir alanı kaplayan- altar alanının karşısındaydı. Altar’dan hiçbir iz kalmamış. Apsis ise bir dizi iyi işlenmiş blok taşın döşeli olduğu yerden anlaşılıyordu. Doğudaki düz bir duvar tüm yapıyı sınırlıyordu. Kısaca söylemek gerekirse burası tüm elemanlarıyla birlikte 42,80 metre uzunluğunda ve 14,80 metre genişliğinde -10 metrelik avluda dâhil olmak üzere- bazilika yapısıdır. Tıpkı Suriye ve Kuzey Afrika’da ve de eski kiliselerde olduğu gibi burada da çeşitli inşaatlardan söz etmek mümkündür. Ancak bu konudaki açıklamanın bir kısmını uzmanına bırakmayı tercih ederim. Yapının güney tarafında ana binaya eklenmiş çok sayıda odadan oluşan, birbiriyle kapılar aracılığıyla bağlantılı ve sadece avludan girişi olan bir bölüm var. Bu odaların tabanları, kırmızı, siyah ve beyaz renklerden oluşan bir mozaikle kaplıdır. Kenar bordürleri sarmaşık ve menderes motifleriyle bezeliyken avlunun tabanı ise kare, daire ve dikdörtgen şekillerle döşenmişti ve antik dönem sanat örneklerini yansıtıyordu.”…

KATEŞİZM RİTÜELLERİ

“Kilisenin kuzeyinde daha büyük yapılar yer almaktadır ve aralarında ilginç olan yapı ise vaftizhane’dir. Onun batısında bir dizi yan yana bölmeler devam etmektedir. Bu bölmelerin hiç kuşku yok ki kateşizm ritüellerine hazırlık için kullanıldığı açıktır. Doğu tarafı henüz incelenmemiştir. Bu yapıya iki girişin olduğunu söyleyebiliriz; doğu tarafında olan ruhban sınıfı için, diğeri ise batı tarafında ve vaftiz olmaya gelenlerin bekleme kısmı olan C’den içeri girmeleri için. Son kısım bir kapı aracılığıyla avluya açılmaktadır.

Vaftizhanenin hemen hemen her yeri narteks’teki motiflerin benzeri bir mozaikle bezenmiş. Batu girişinde ise birinci kitabeye göre daha iyi korunmuş bir kitabe yer alıyordu (Şekil 2): İnançlı diyakon Rufinos, kendisinin ve çocuğunun sağlığına kavuşması anısına bu mozaiği yaptırdı.

“Yapının ortaya çıktığı tarih konusunda kitabeler bize kesin bir bilgi vermemektedir. Yapı kompleksinin tamamına bakıldığında Jüstinyen sonrası bir döneme işaret etmektedir.  Antik sanat esintileri içeren mozaik, ilk kitabedeki harflerin formu,  özellikle de dünyanın bir ücra köşesindeki bu kilise kesin bir tarihleme yapmak imkânı vermiyor. İlk milenyumun son yüzyıllarında böylesine kıyıda kamış bir köy yerleşiminin böylesine devasa bir kilise inşa edebilecek durumda olduğuna inanmak zor görünüyor. Benim tahminime göre bu kilise sadece ve ancak 7. Yüzyıl’da inşa edilmiş olmalıdır. (Basilika und Baptisterium in Gül-bagtsche (bei Vurla), Byzantinische Zeitschrift Yıl 1901, Cilt 10, sayfa 568-573)

KİTAPTA YER VERİLDİ

Georg Weber’in Gülbahçe’de ortaya çıkan bazilika kalıntısına ilişkin ilk gözlemci olarak kayıt altına aldıkları ve aktardıkları böyle... Weber’in bazilika kalıntısını 1900 ilkbaharındaki ziyaretinden 3 yıl sonra (Kleinasien ein Neuland der Kunstgeschichte, Leipzig 1903.) ‘Sanat Tarihi’nde Yeni Topraklar: Küçükasya’ olarak çevirebileceğimiz bir başlıkla kitap yayınlayan ve Yakın Doğu sanatının Avrupa sanatı üzerindeki etkileri üzerinde çalışmış olan Polonyalı-Avusturyalı sanat tarihçisi Josef Rudolph Thomas Strzygowski de kitabında Gülbahçe Bazilikası’na yer verir. Büyük ölçüde Weber’in gözlemlerinden yararlanan yazar, kendi inceleme ve gözlemlerine de yer vererek bazı sonuçlara ulaşır.

Strzygowski, Gülbahçe Bazilikası’nı Bergama Agora Kilisesi ve Sagalassos Bazilikası ile karşılaştırır. Bergama’daki kilise ile yan bölmeler ve vaftizhane konusunda ilişki kuran yazar, Sagalassos Bazilikası ile de “Querschiffkirche” (kilise bölümlerinin uzunlamasına olarak ardı ardına yer aldığı ve bölümlerin bir duvarla birbirinden ayrıldığı bazilika yapısı,) bağlamında ilişki kurarak Gülbahçe Bazilikası’nı Weber’in tarihlediği 7. Yüzyıl tarihini kabul etmez. Buradaki bazilikanın daha erken bir dönemde yapılmış olma olasılığını ileri sürer. Yazar bu tarihleme için mozaik yapısını ve kitabesini örnek gösterir; bu özelliklerin Adriyatik kıyısında, Kuzey Afrika’da ve Suriye’de rastlanan örneklere benzerliğine vurgu yapar.

Strzygowski, Weber’in Gülbahçe Bazilikası’nda çift olarak saptadığı “Diakonikon ve Prothesis” yapılarından yola çıkarak bu özelliğin bu bazilikayı, Anadolu’da ender görülen özelliklere sahip kiliseler olarak görülen, Sagalassos’ta yer alan iki kilise ve Torosların güneyindeki Kremna yakınlarındaki kilisenin özelliklerine yaklaştırarak önemini ve değerini ortaya koymaya çalışmıştır.

Bölgeyi Georg Weber’den yaklaşık 120 yıl sonra (!) ziyaret ettiğimde, çevre duvar kalıntısı ve konut olarak kullanılan (muhtemelen papaz evi?) yapının yan alınlığına gömülü olan haç dikkat çeken unsurlar olmuştu.