Başlıktaki üçlemeye dikkat edin. Bu benim isyanımın haykırışı çünkü. Yazıyorum, konuşuyorum, soruyorum ama değişen olmuyor. Zaman hızla akıp giderken, “paldır küldür” yaşıyoruz. Çevremizde, geçmişe dair bize rehber olabilecek ne varsa yok olurken, ucundan azar azar yanan kâğıt gibi “kimliğimiz de” bitiyor, tükeniyor ve belki de “kimliksizliğin” boşluğuna yuvarlanıyoruz. Oysa geleceğimizi oluşturan bugün yaptıklarımız, bugünü yaşatan da geçmişte olan biten ve yaşananlar değil mi? “Kimlik” sorunumuzun yarattığı boşluklar da yıllardır çoğu yalan yanlışlarla doldu.

Peki neden?

Bu vurdumduymazlıkların, gaflet ve duyarsızlıkların nedeni nedir?

Günlük yaşam sıkıntılarımız mı? Paraya olan tükenmez ihtiyacımız mı?

Nerede ve nasıl kaybediyoruz hayatı yaşama becerimizi?

İki gün önce Orhan Beşikçi, Milliyet’teki köşesinde bir başlık attı. “Tarihi Binaya Yazık Olmasın” dedi. Yıllardır “kent gözlemcisi” olarak hayatını verdi İzmir’in sokaklarına, kültür mirasına. Öyle sadece de “konuşmadı” oturduğu evi, aslına göre onarıp “örnek de” oldu.

Kime örnek oldu peki?

Açıkça yazayım o zaman. İzmir’in zenginlerine… O “ağır abi” havasında dolaşan, “cemiyet haberlerinin” içi boş aktörlerine…

Sonuç? Sonuç Orhan Beşikçi’nin attığı başlıkta gizli: “Tarihi Binaya Yazık Olmasın”.

Hürriyet yazarı, finans uzmanı Sıtkı Şükürer de bir yazısında, dedesinin evini onaranların onurlandırılmasını istedi. Hatta kapılarına plaket çakılmasını da yazdı. Doğru… Manevi teşvik her zaman işe yarar. Lakin Sıtkı beye kaç kişi utanarak dönüş yaptı bilemem. Bildiğim şey ise, İzmir’in zenginleri, kocaman işadamlarının çoğu çaba göstermekten çok “konuşmayı” seviyor. Çoğu da “plaza yazarlarıyla” ahbaplık edip, iki de bir “sürece dair” beyanatlarını yazdırıp “mühim adam” pozunda ahkâm kesiyor.

Bugünlerde yine kulağıma geliyor, şu Üçkuyular’daki kazulet AVM’yi öven övene. Üstelik övenlerin içinde, sünnetlik kıyafetlerini, babasının elini tutarak Kemeraltı’nda giyenler de var. İzmir’in en tarihi bölgesi, ünü dünyaya yayılmış Kemeraltı’na, bizim dışımızda herkes önem veriyor, önemini anlıyor. Yunan, Arap, Rus, Amerikalı, İngiliz, yolu İzmir’e düştüğünde AVM’lere değil Kemeraltı’na geliyor. Ama biz hala “romantik entel dantel” işler peşindeyiz. Onca Kemeraltı toplantısı var, kültür mirası hedefi var lakin “Kemeraltı’nı yüreğinde yaşatanlar” yok. Kusura bakılmasın ama İzmir ancak İzmir’i “yaşayanlarla” yücelir. Diğerleri ise ancak menfaat peşindedir.

Orhan Beşikçi Basmane’nin üst bölgesindeki Sakarya Mahallesi’nde bulunan “Kız Rum Okulu” binasını yazdı. Bu bina 1922’den bugüne Halk Eğitim Merkezi binası da olmuş. Milli Eğitim Bakanlığı’nın binası. Ama tarihsel önemi tartışılmaz. Ne yazık ki “yok olmaya da” mahkûm edilmiş. Yazıyı derhal Vali Yavuz Selim Köşger’e “tweetledim”. Kültür mirasına hürmetine inandığım Vali Bey, derhal ilgilenip, durumu araştırıp bendenize yine tweet aracılığıyla yolladı. Vali Beye saygım sonsuz, eleştirim saklıdır. Mesele bugünün meselesi de değildir. Ancak meselenin aynı zamanda İzmir’deki “derin ve gizemli duyarsızlığı” da bir kez daha kanıtlıyor. Onca uyarıya karşı sadece bu binanın bile yağmalanmasını, ne Valilik, ne Emniyet önleyemedi. Çünkü ortada ciddi bir bilinç, şuur eksikliği var. Hani bazen aklıma gelmiyor değil, İzmir’e ait mirası yok eden kültür düşmanı taliban kılıklı canavarlar mı var ortalıkta?

İzmir’in “egemen güçleri” bazı nedenlerden dolayı, özellikle 1922 sonrası “eski İzmir’i”, “kadim İzmir’i”, İzmir’in tarihini, geçmişini yok olmaya, yok etmeye, unutturmaya, yalanlarla değiştirmeye sanki yemin etmiş. Basmane’de başlayan Anafartalar Caddesi’nin sağlı sollu, üstlü altlı bölgeleri neden neredeyse 100 yıldır azar azar yok ediliyor? 1922 yangınının yok edemediği bu tarihi bölge neden önemsenmiyor? Arada önemseniyormuş gibi konuşulsa da, neden harekete geçilmiyor?

Söyleyeyim: Çünkü aidiyet duyulmuyor. Çünkü İzmir’in üst iradelerinin bir “bağı yok” bu kadim bölgeyle. İzmir’in özgün kimliği bugün yerlerde sürünüyor, cehalet ve hamaset kol kola, yeni ve boş bir kimlik dayatma derdinde. Cehaletin verdiği küstahlıklarla, yazıp konuşanlara tehdit, “milliyetçilik” sanılıyor. Oysa Anafartalar, İkiçeşmelik, Kemeraltı, Damlacık, Tepecik antik çağlardan bu yana kadim İzmir’in kimlik çekirdeği. 150 yıl önce para ve sömürü gücüyle bu bölgeleri “fakir fukara, garip guraba” diye damgalayanlar, şimdi mezarlarından hortlayıp gelmiş de, bir oh çekip “ektiğimizi biçiyoruz” yaygarası yapıyorlar sanki. Kesinlikle anlayamadığım, sağ muhafazakârlar da, sol ve Atatürkçüler de “kadim İzmir’e” aidiyet sorunu yaşıyorlar. İçlerinde yürekleri acıyan az da olsa var, biliyor ve tanıyorum ama bunlar genellikle maddi güçleri olmayanlar. Devletin bakışı da doğru değil. Öncelikler de tartışmalı. Bir tarafta cılız ve anlaşılması güç çabalar, diğer tarafta inanılmaz bir emperyalizm hayranlığı! Peki, ne olacak İzmir? Daha ne kadar dayanacak bu dayatmalara, darbeli vuruşlara? Neden kent gerçekliklerinde, siyaset üstü birliktelikler yaşanmıyor? Neden kültür miraslarımız sözde korunurken özde yok oluyor? Keşke bir fırsatım olsa da, İzmir’in başta işadamlarına iki çift laf edebilseydim. Ama lafa illa ki “edep ya hû” diye başlardım. İzmir’in sermayesinin önce bilince sonra da özeleştiriye ihtiyacı var. İzmir’de artık “konuşanlarla çalışanları” ayırmak gerek! Yoksa İzmir, ne yazık ki “birilerinin çiftliği” olmak üzere!

RİCA EDİYORUM, EL İNSAF DİYORUM!

Geçen yazım, gazetemde “manşet” oldu. Gökçe kardeşim haberleştirmiş, dertli depremzedelerle görüşmüş, oda başkanlarını aramış. Hatta Yılmaz Erberk apartmanı hak sahipleri, yapılan edepsizliği yargıya taşıyacaklarını söylemişler. Yazımı okuyan “ismi cismi lazım değil” bazıları, yüreksizliklerine sığınıp, kendi mahallem üzerinden bana yine “hava yaptılar” gün boyu. Bir yıldır alıştığım durum bu. Kiracılığımdan tutun, üzerime vazife olup olmadığına kadar hatta biraz da “aba altından sopa” cüretini bile gösterdiler. Açık söylüyorum, zerre umurumda değil. Yazacağım, yazacağım. Ucu kime dokunursa da dokunsun yazacağım. Dedim bir daha diyorum, rızkı da canı da veren Allah, kimse “havaya girmesin”! Deprem konutlarının kalitesi de tartışılıyor artık. Vatandaşı depremzede değil, müşteri gören siyasetin sandığa gömüldüğünü de yaşayacağız diliyorum. Tabii bu siyasete payandalık eden kim varsa Bayraklı’da… Depremzedeleri aştı artık Bayraklı’da sorunlar. Bir “kentsel dönüşüm” pazarı kuruldu ki, kim ne istiyor, nasıl istiyor belli değil. Olay “emsal artışı” veya “inşaat maliyeti” ise “depremsellik” nerede kimsenin aldırdığı yok.

Ve son rezalet. Ben merak ediyorum ve soruyorum. Bayraklı Belediyesi kendini sorumlu hissetmiyor mu? Bu kontrolsüz, güvenliksiz, edepsiz, saygısız, tehditkâr hafriyat firmalarına karşı ilçe belediyesinin bir yetkisi yok mu? Bayraklı Kaymakamı’nın hiç mi hükmü yoktur bu hafriyat vandallığına? Bir yıldır yazıyorum. Geçenlerde yine yaşandı. Bir firma, başına buyruk bir yıkım gerçekleştirdi. Alttaki kolonlarını kestikleri dev bir apartman öyle bir yıkıldı ki, göz gözü görmedi. Ama bu bir yıldır böyle oluyor. Sorunca tehditlere maruz kaldı vatandaşlar ve ben. Hiç mi düşünülmez. Hamilesinden hastasına, bebeğinden çocuğuna binlerce vatandaşın yaşadığı bir yerde bu kadar insafsızlık olur mu? Bu vandallara “insanlığı” anlatacak, Bayraklı’nın bir Cumhuriyet ilçesi, ikamet edenlerin de eşit yurttaşlar olduğunu hatırlatacak yok mu? Siyasi partiler, muhtarlar, kaymakam, belediye meclis üyeleri, belediye bürokratları, emniyet, ilçe müftüsü neden bu hafriyat edepsizliklerine karşı halkı korumuyor?

Bayraklı hak etmiyor bu sahipsizliği… Bayraklı hak etmiyor bu gafleti… Bayraklı hak etmiyor bu insanlık dışı davranışları.  Rica ediyorum Sayın Vali, Sayın Bayraklı Kaymakamı, Sayın Başkan Serdar Sandal, bu hafriyat vandallığında, firmaların değil halkınızın yanında olunuz!

KİMLERİN “EKONOMİSİ” TIKIRINDA?

Türkiye’nin manzara-i umumiyesi, freni kopmuş kamyonun, yokuş aşağı inmesi gibi artık. Devasa zamlar maaşları erittikçe tansiyonlar yükseliyor. Evlerde tartışmalar korkarım aile mahkemelerine kadar gidecek. İşsizlik umutsuzluğu körükledikçe genç hayatlar Allah korusun ama yanlış yollara da girecek. Sabır telkinleri yapanlar kendi rahatlarının da bozulabileceği riskini şimdilik yaşamasa da, “bir yer diğeri bakar, kıyamet orada kopar” sözünü de tekrarlatmaya başladı hepimize. İstifçilik, stokçuluk teknik anlamda var mı bilemem ama bildiğim zaten toptan alınmış ve depolara konmuş ürünler nasıl oluyor da raflarda zamlanıyor. ANAP’ın başlattığı, AKP’nin hızlandırdığı “sat kurtul” anlayışı tarımdan tutun sanayi üretimine kadar her alanın çökmesine, dışa bağımlı olmamıza neden oldu. Cumhurbaşkanı “mandacılık” sözünü etti ama anlamını bildiğinden kuşkuluyum. Şu anda dışa bağımlı yapımızla sadece “tüketiyoruz”! Sütten ete, undan kâğıda, doğalgaza, petrole yapılan zamları kış mevsimiyle de birleştirince önümüzdeki baharda nasıl bir halimiz olur düşünmek istemiyorum. İngiliz kokulu Arap prenslerle para pul anlaşmaları yapılacağına, 2002’den beri “abad” edilenlerden, ellerini ceplerine atmaları istense ya? Ama durum tam tersi değil mi? O arsız ağalar semirdikçe vatandaşın beddualarını duymayanların ahiri bakalım ne zaman berbat olacak? Tarih öyle bir tekerrür ediyor ki, merakım acaba ne zaman “Düyun-u Umumiye” kurulacak?