Sürekli konuşuyoruz eşitlik meselesini ama mevcut durumun tahlili için meselenin temeline inmek gerek sanırım. Çünkü hepimiz eşitsizlik olduğu konusunda hem fikiriz. Ancak bu eşitsizliği önlemek konusunda çözüm üretmekte sıkıntılar yaşıyoruz. Oysa sorunun temelini bilmek çoğu zaman çözüme dair fikir verir. Bu nedenle 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü vesilesiyle birkaç yazı boyunca bu konuya değinelim istiyorum.
***
Eşitlik kavramının birçok farklı tanımı var ancak biz 'eşitlik' kavramını bireyin bütün yeteneklerini tam ve özgürce geliştirebilecekleri toplumsal ortamın yaratılması, bu ortamın önündeki bütün toplumsal ve siyasal engellerin ortadan kaldırılması olarak ele alacağız.
Kadının ve erkeğin sosyal olarak belirlenen rol ve sorumluluklarına toplumsal cinsiyet deniyor. Bu rollerdeki eşitsiz rol dağılımı (“Kadın sadece annedir!”, “Tamir ve tadilat erkek işidir” vb.) ve eşitsiz sorumluluklar (Kadının hem ev işini yapması, hem işe gitmesi hem çocukların tüm sorumluluğunu yüklenmesi vb.) toplumsal cinsiyet eşitsizliği anlamına geliyor.
Peki bu toplumsal cinsiyet eşitsizliği nerede ortaya çıktı? Kadın-erkek eşitsizliğini savunanlar, kadının ikinci cins olarak ezilmesini kadın ve erkek arasındaki doğal farklara dayandırıyorlar. Haliyle kadın ve erkeğin hiçbir koşulda eşit olamayacağı sonucuna varmaya çalışıyorlar. Ancak cinsiyet, yalnızca kadın ve erkek arasında biyolojik ve fizyolojik farklılıkları ifade eder. Bu farklılıkların belki de en belirleyici olanı kadının doğurgan olmasıdır. Ancak doğurganlık kendi başına eşitsizliğin nedeni değildir. Kadın doğası gereği hamile kalabilir, şüphesiz belli süre bebeğin beslenmesini sağlar. Bu annenin biyolojik özelliğinin kaçınılmaz sonucudur. Ancak bebeğin bezini değiştirmekten, yemek yapıp bulaşık yıkamaya kadar ev içinde yapılan işlerin kadının üzerine yıkılmasının hiçbir biyolojik gerekçesi olamaz.
***
Diğer yandan işleri evde kadın yapmıyor olsaydı, toplum bunları başka biçimde yapmak zorunda kalacak ve maliyetine katlanacaktı. Yani dünya nüfusunun yarısını oluşturan kadınların hem ikinci sınıf insan muamelesi görmeleri, hem işgücü olarak sömürülmeleri hem de üzerine toplumsal işlerin tamamını üstlenmeleri kapitalist sistemin de işine geliyor. Öyle ki toplumsal cinsiyet eşitsizliği nedeniyle kadınlar daha az sağlıklı, daha düşük eğitimli, daha az işgücüne katılır hale geliyor. Daha az gelir getiren işlerde güvencesizliğe, esnek koşullara mecbur bırakılıyor, aynı işi yaptıkları erkeklerden daha az ücretle çalıştırılıyor, ilk kriz anında işten erkeklerden önce kadınlar çıkarılıyor.
Oysa başka bir dünya mümkün!
Görüldüğü gibi kadının ezilmesinin kökeni biyolojik değil, tamamen toplumsaldır. Haliyle eşitliği sağlamanın yolu bunu kabul edip, kadınların omuzlarındaki yükü kaldırmak, kadınlara yüklenen işleri toplumsal hale getirmektir.