Geçen hafta bir toplantı için “key note speaker” konuşmacı olarak davet edildiğim Sakarya’nın deprem sonrası iki katlı binalar ve geniş yollarla, ortası ağaçlı, çiçekli bulvarlarla ne kadar albenili ve estetik bir kent olduğunu görünce kent estetiğinin bir kent için ne kadar önemli olduğu ve İzmir’in bu estetik duygulardan ne kadar nasibini aldığı üzerine bir şeyler yazmak ihtiyacını hissettim.
Hele hele bu güzellikleri yaratanların başında iki dönemdir orada belediye başkanlığı yapan eski öğrencim Mutlu Işıksu olduğunu öğrenince hem şehre dair beğenim katlandı hem de göğsüm kabardı.
***
Değerli okurlarım. Kentler iyi hazırlanmış sofralarda, altın yaldız tabaklarda sunulan benzersiz yemekler gibi olmalıdır. O şehirde yaşayanlara bir taraftan görsel bir şölen yaşatırken diğer taraftan da her gün farklı bir lezzet, ayrı bir yaşam zevki vermelidir sokaklarında dolaşanlara. Onları içinde yaşanılabilir, hatta ziyaret edilebilir kılan da böylesi bir sunumdur diye düşünüyorum. Şayet böyle olmasaydı, daha düne kadar üniversitesinde okuyan öğrenciler dışında pek az ziyaretçi çeken, hatta hızla göç veren bir kent olan Eskişehir nasıl Yılmaz Büyükerşen hocanın eli değdikten, nehirlerinde gondollar gezmeye, sokaklarında heykeller boy göstermeye, her köşesi ayrı bir güzellikle bezenmeye, sokakları evlerinin içi gibi tertemiz olmaya başladıktan sonra herkesin görmek için can attığı tam bir turizm kenti haline gelirdi?
***
Tabii ki kentleri kent yapan temel unsur insan ve orada yaşayan dostlardır ama işin içine estetik karışmadıkça bu yeterli olmuyor. Estetik kaygılardan yoksun yöneticilerce harap edilen kentler hızla kan kaybediyor, kimliğini, kişiliğini yitiriyor ve sıradan kentlerden biri haline geliyor. Bu nedenle kent kimliğini koruyarak geliştirilecek estetik yaklaşımlar kentlere kan, can, hayat veren en önemli unsurlardan birisi olarak dikkatleri üzerinde topluyor.
Ben uzun zamandır, İzmir'in bu konuda ciddi bir biçimde hırpalandığını görüyor, dağlarının denize bakan yamaçlarının, ‘sardunyalı bahçelerle çevrilmiş evler’ yerine beton bloklarla dolmasından üzüntü duyuyor, ülkemizin en kimlikli kişilikli şehri iken, bu vasfımızın giderek kaybından endişeleniyordum.
Beni bu düşüncelere sevk eden temel unsur ise yazımın başında da belirttiğim üzere çeşitli konferans ve diğer iş konuları için sürekli seyahat etmem nedeni ile daha düne kadar İzmir kadar güzel kentlerin hızla yemyeşil, parklarla, bahçelerle bezenmiş, son derece estetik binaların yer aldığı semtlere kavuştuğunu, diğer bir kısım kentlerin ise İzmir geçmişini hızla yakıp yıkarak betonlaşırken, geçmişten gelen değerlerini koruyup ön plana çıkartarak geliştiklerini görüyor olmamdır. Bu konuda görüştüğüm şehir planlamacısı birçok hocanın da benimle aynı fikirde olduğunu görünce rahatladım.
Onlar İzmir'le ilgili olarak yapılmışı yıkarak değil, yeni yerleşim alanları açarak, belirli bölgelerde dikine yükselerek değil, yatay yapılaşmaya önem vererek, betonlaşarak değil, yeşili artırarak, şehrin vitrinini bozarak değil, yeni vitrinler yaparak şehirleşmenin önemine dikkat çekti ve bu hususta farkındalık yaratmak için fikir ve eylem birliği yapmanın gerekliliğinden söz etti.
***
Gerçekten bu konuda biraz daha fazla emek ve çabaya gerek var. Betonlaşan kısımların haricinde birçok noktada iyi şeyler yapılıyor ama İzmir için yetersiz. İzmir’de yeşili korumada ve yatay şehirleşmede daha hızlı, betonlaşmada ve dikey şehirleşmede daha yavaş, davranmakta yarar var. Olan oldu dağlar taşlar 10-20 katlı apartmanlarla doldu. Önce buna, sonra da İzmir’in ilçelerindeki en verimli arazileri imara açarak dikilmeye başlanan diğer beton yığınlarına dur diyelim. Şayet bu konuda İzmirliler de gereken duyarlılığı gösterirlerse, elbirliği ile kentimizi kurtarabiliriz. Aksi takdirde durum vahim olacaktır.