Atatürk devriminin eğitimde uyguladığı mucizevi kurumların başında Köy Enstitüleri geliyordu.

17 Nisan 2025 günü, bu eğitim yuvalarının kuruluşunun 85’inci yıldönümüydü.

1940-1954 yılları arasında Türk Milli Eğitim sistemine adeta devrim yaşatan Köy Enstitüleri’nin önemine yıllardır vurgu yapıyorum.

Türkiye’ye ve Türkiye’nin o dönemki şartlarına en uygun eğitim sistemi olan Köy Enstitüleri, bilindik tanımlama ile tam da “yerli ve milli” bir kurumdu.

17 Nisan 1940 tarih ve 3803 sayılı “Köy Enstitüleri Kanunu” ile faaliyetlerine başlayan okullardan 21 tane açıldı. 1954 yılına kadar eğitim veren Köy Enstitüleri’nde kız ve erkek öğrenciler karma eğitim yapmaktaydı.

Hasan Ali Yücel (1)

İzmir’de açılan Kızılçullu Köy Enstitüsü, bugün Şirinyer’de NATO karargâhı olan yerleşkenin içindeki muhteşem bir binada eğitim veriyordu.

MENDERES MEZUN OLDU

1913 yılında Amerikan Koleji olarak hizmet vermeye başlayan ve eski Başbakanlardan Adnan Menderes’in de eğitim gördüğü bina, 1937 yılında 62 bin 500 TL bedel ile devlet tarafından “eğitim amaçlı kullanılmak üzere” satın alınmıştı. Ana binanın yanında; tiyatro ve spor binası ile lojmanların da olduğu on kadar irili ufaklı binanın bulunduğu yerleşkede, 1940 yılından itibaren Kızılçullu Köy Enstitüsü eğitim vermeye başladı. Dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ve Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel de okulu sıklıkla ziyaret etmişlerdi.

Uzatmayalım.

1950 yılında iktidara gelen Demokrat Parti ve Başbakan Adnan Menderes, 1954 yılında “Komünist çocuklar yetiştiriyor” yalanıyla Köy Enstitüleri’nin kapısına kilit vurdu.

Büyük bir ihanetle kapatılan Köy Enstitüleri bugün yaşasaydı, kör cehaletin dibindeki toplum kesimlerini asla görmeyecek, bambaşka bir Türkiye’de yaşayacaktık.

Bugün Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da hâlâ ve maalesef ayakta olan feodal düzen yerle bir olacak; yarım akıllı ağaların, şeyhlerin, şıhların tebaası olan halk, yurttaşlık bilincine erişecekti.

Bu yönüyle son derece planlı ve sonuçları hesaplanmış bir intikamdı Köy Enstitüleri’ni kapatmak.

Adeta Cumhuriyete ihanet etmişti.

1952 yılında Kore’de verdiği yüzlerce şehidin karşılığında NATO’ya üye olan Türkiye, İzmir Kızılçullu Köy Enstitüsü binasını da NATO’ya tahsis etmişti.
Bu binayı hayatımda bir kez görme şansı elde etmiş ancak içine girememiştim. Sanıyorum 2003 yılıydı. İzmir’deki NATO Karargâhı’ndaki Türk Orgeneral’in görev devir teslim törenini izlerken, binanın ve önündeki saat kulesinin güzelliği adeta büyülemişti beni.

O yıllarda 1. Kordon’daki Orduevi binası NATO karargâhı, Şirinyer’deki yerleşke ise Müşterek Kuvvetler Komutanlık Merkezi olarak işlev yükleniyordu. Kordon’daki bina Orduevi olunca tüm birimler Şirinyer’e taşındı.

MÜZEYE DÖNÜŞTÜRÜLMELİ

Cumhuriyet tarihimiz için çok önemli hatırası olan bu binanın, NATO karargâhı olmasını elbette tesadüf ile açıklamıyorum.

Ancak T.C. devletinin en azından bu binanın hatırasına sahip çıkmasını ve müze olarak kullanılmasını sağlamasını beklemek hakkımız olsa gerek. Bir Aydınlanma Devrimi olan Cumhuriyetin en özgün eğitim projesi olan Köy Enstitüleri, bugün adeta kayıp kuşaklar yetiştiren eğitim sistemimizin en başarılı rol modeliydi.

Hâlâ en çok okunan yazarlarımızın, edebiyatçılarımızın, sanatçılarımızın, düşünürlerimizin Köy Enstitüsü mezunu olması tesadüf değil. Bu büyük eğitim hamlesini kendi ellerimizle yok etmeseydik, acaba bugün nasıl bir Anadolu ile karşı karşıya olurduk?

Hepimizi düşündürmesi gereken bir soru çengeli bu…

İşte bu nedenle Kızılçullu Köy Enstitüsü binası, “eğitim amacıyla” devlet tarafından satın alındıysa, askeri kışla olarak değil, amacına uygun olarak kullanılmalı.

Binanın “Köy Enstitüleri Müzesi” olması için hükümet ve Milli Eğitim Bakanlığı harekete geçmeli.  İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın Cemil Tugay ve yerel yönetimler de bu sürece katkı sağlamalı.

Deprem-57

“İMAR AFFI” DİYENLERİN AĞZININ ORTASINA VURUN!

23 Nisan’da İstanbul’un Silivri ilçesinde meydana gelen ve bizim İzmir’de bile hissettiğimiz deprem ve artçıları, kentlerimizin bu yöndeki hazırlıklarını yeniden tartışmaların odağına koymuş bulunuyor.

Sadece İstanbul ve büyük kentlerimizde değil cennet ülkemizin her karışında, sevimsiz ve rezil görüntüsü ile sinirlerimizi bozan binalar yükseliyor. Mimar Sinan gibi bir dehayı yetiştiren bu topraklar, nasıl bu kadar estetik ve mühendislik yoksunu beton yığınları üretiyor anlamak mümkün değil.

Özellikle son 25 senede…

Adeta tapınıyoruz betona.

Şehirlerimizi kimliğinden ve tarihinden uzaklaştıran, üflesen yıkılacak mezar odalarına adeta yüz sürüyoruz.
Bilanço ortada.

 “İMAR BARIŞI” HASTALIĞI

Bu felaketin zeminini hazırlayan süreçlerin, imar afları ile (ya da aman af olarak algılanmasın denilerek kelime oyunu yapılan imar barışları ile) tetiklendiğini söylemek güç değil.

Türkiye'de 400 bin civarında müteahhit bulunurken, bizimle aynı nüfusa sahip Almanya'da bu rakam 3 bin 500. Avrupa'nın tümünde ise 25 bin...

1980 sonrası Özal hükümetleri ile başlayan İmar Affı uygulamaları kentlerimizi gecekondulara boğarken, sadece AKP’nin 23 yıllık iktidarında irili ufaklı 8 imar affı (barışı) yapıldığını hatırlamakta  yarar var.

Son olarak 2018 Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde tarihin en büyük imar affına imza atıldı.

31 Aralık 2017 ve öncesinde yapılan tüm kaçak binalar, kişilerin beyanı esas alınarak affedildi. Böylece örneğin iki kat izni olan binasına 2 de kaçak kat çıkana, parası alınıp imar izni verildi. 10 milyona yakın başvurunun alındığı af sayesinde 26 milyar lira para toplandı. 

Paralar seçim vaatlerinde çatır çatır harcandı.
Adım gibi eminim, Kahramanmaraş depremleri olmasaydı, 2023 genel seçimleri öncesinde yasalaşmasına kesin gözle bakılan yeni bir imar affı da olacaktı.

AFFEDEN VE AFFEDİLEN…

Demem o ki…

Oy kazanmak ve sınırlı da olsa kamuya kaynak yaratmak için getirilen bu aflar, affedene de affedilene de yaramadı.

Affeden devlet, bu hatalı işten elde ettiği gelirin kat be kat fazlasını, yıkılan kentlerin yeniden imar edilmesini sağlamak için harcayacak.

Affedilen vatandaş, evinin kapı numarasına sevinirken, mezar numarası almak zorunda kaldı…

Bunca felaketten ders almazsak, aynı suda defalarca yıkanmak zorunda kalacağımızı  söylemek güç değil.

Yanık Yurt Sergisi (1) (1)

DEDELERİNİN SOYKIRIM GİRİŞİMİNE TANIK OLDULAR

İzmir Büyükşehir Belediyesi Ahmet Piriştina Kent Arşivi ve Müzesi’nde (APİKAM) 20 Haziran’a kadar açık olan “Yanık Yurt-Kurtuluş Savaşı’nda İzmir ve Batı Anadolu Yangınları” sergisini tüm okurlarımın, özellikle de çocukların mutlaka gezmesini öneriyorum.

Serginin küratörlüğünü Aybala Yentürk ve Nejat Yentürk, proje koordinatörlüğünü ise İBB Kent Arşivi ve Müzeler Şube Müdürü Dr. Serhan Kemal Saygı yapıyor.

1919-1922 yılları arasında tüm Batı Anadolu’da yaşanan Yunan mezalimini ve “soykırımı girişimini”; bilgi, belge, fotoğraflar, görüntüler ve tarihi vesikalarla önümüze seren serginin ilginç konukları vardı geçen günlerde.

Kalabalık bir Yunan ziyaretçi grubu sergiyi gezdi.

Yunan misafirler sergide ne hissetti bilemiyorum. Keşke kendileri ile ziyaret sonrasında kısa söyleşiler yapılabilseydi.

Bu sergi, kafamı ne zamandır kurcalayan bir sorunun cevabını vermesi açısından çok önemli.

NELER YAŞANDI?

15 Mayıs 1919’da İzmir’e Yunan askerlerinin ayak basması ile başlayan işgal yılları, sadece İngiliz emperyalizminin kuklası Yunan ordusunun bir işgal girişimi değildi.

Yüzyıllardır kapanmayan defterlerinin hıncı ile Anadolu’yu kana boyayan bu işgalci sürüsü, bugünün medeni dünyasında tam da “SOYKIRIM” tanımına giren girişimlerin adresi oldu.

Uşak’tan Afyon’a, Bursa’dan Bilecik’e, Manisa’dan Eskişehir’e kadar pek çok şehir ve onlarca ilçede taş üstünde taş bırakılmadı.

Yüz binlerce insan; evlerini, ocaklarını, yaşadıkları ilçeleri süngü zoru ile terk etmeye zorlandı.

Kadın erkek, yaşlı genç demeden camilere doldurulup diri diri yakıldı.

Bu gerçekleri resmi belgelerle bildiğimiz, bizden yaşça büyüklerden dinlediğimiz halde, hâlâ sahte dostluk gösterilerine kanarak yaşadığımız mezalimi sineye çekiyoruz.

NEDEN ANLAT(A)MIYORUZ?

Tarih kitaplarına, resmi belgelere, bilgilere, tanıklıklara giren bu SOYKIRIM girişimini; “Batı Anadolu’yu (Yunanların deyimi ile Küçük Asya’yı) Türksüzleştirme” projesini neden dünyaya anlatmıyoruz?

Beceriksizlik mi yoksa pek çok uluslararası sorunda yaptığımız gibi adamsendecilik mi?

“Benzer bir girişimi bugünkü Yunanistan topraklarında bizler yapsaydık, dünya nasıl başımıza yıkılırdı” sorusu neden kafalarımızı kurcalamıyor?

Yanık Yurt sergisi, bu SOYKIRIMI en acımasız yüzü ile önümüze seriyor.

Belgesel niteliğindeki fotoğraf ve filmler; yüzyıl önce yaşanan bu alçakça girişimi bugünün nesillerine Türkçe ve İngilizce aktarıyor.

İzmir’deki tüm çocukların ve yetişkinlerin bu sergiyi görmesi sağlanmalı diye düşünüyorum.

Sergiye emek veren, YUNAN SOYKIRIMI ile bizleri tanıştıran herkese ayrıca teşekkür ediyorum.