2000’li yılların başlarında, ekonomi haberlerinin değişmez başlıkları arasında “Türkiye Arjantin olur mu?” sorusu geliyordu. Aslında sadece biz değil, “gelişmekte olan ülkeler” liginde yer alan diğer ülkeler için de bu tartışma geçerliydi.
Hiç unutmuyorum, o yıllarda CHP yönetimi Bülent Tanla başkanlığındaki bir heyeti Arjantin’e göndermiş, ne olup bittiğini araştırmalarını istemiş ve kamuoyu ile paylaşmıştı.
Aslında meselenin kök sebebi, Arjantin’in (bizdeki Türkiye İstatistik Kurumu-TÜİK muadili) kısa adı INDEC olan istatistik kurumunun açıkladığı verilerin, gerçeklerle uyumlu olmamasıydı.
// BENZETMEK GİBİ OLMASIN!
Bu uyumsuzluğu çok saygın bir Latin Amerikalı iktisatçı olan Alberto Cavallo ortaya çıkarmış, kafalarda var olan soru işaretleri iyice kuşkuya dönmeye başlamıştı.
Cavallo ve ekibinin hesapladığı enflasyon verileri ile INDEC verileri arasında üç kata yakın fark vardı. Bilim adamları, hükümetinin fiyatları manipüle ettiğini anlamışlar ve bunun bilimsel kanıtlarını ortaya dökmeye başlamışlardı.
Vallahi benzetmek gibi olmasın ama Cavallo’ya göre bu durumun temel sebebi, tüketimin sürekli pompalanarak döviz kurunu yukarılara taşımaya dayalı para politikasıydı.
2006 yılında ülkedeki resmi enflasyon yüzde 12’lere ulaşmıştı. Gözünüz bir yerlerden ısırıyor mu bilemem ama Arjantin hükümeti sürekli fiyat denetimlerine ve piyasaya baskı yapmaya başlamıştı.
Bir yandan da saçma sapan teşvikler veriliyor ve piyasadaki regülasyon bozuluyordu.
Ve kaçınılmaz son olarak enflasyon kontrolden çıkmaya başlamıştı.
Ama hükümet hâlâ gerçekleri anlamamakta ısrarlıydı.
// KADRO DEĞİŞTİ, ENFLASYON İNDİ
Bu kez de INDEC’de enflasyon verilerini analiz eden kadrolar şak diye kapı önüne koydu. Yerine “söz dinleyecek” bürokratlar atandı.
Bir ülke için en kötü senaryo yavaş yavaş şekillenmeye başlamış, kamunun açıkladığı verilere aklı başında hiç kimse güven duymamaya başlamıştı.
Kadrolar değişince, enflasyon oranı da şak diye tek haneye çekilmişti.
Ve bu kez de hedef tahtasına bilim adamları oturtulmaya başlandı.
Enflasyon oranlarını yayımlayan kuruluşlar ve ekonomistler üzerindeki baskıyı artırıldı; yüksek para cezaları ve dava tehditleri ile veri yayımlamayı bırakmaları rica (!) edildi.
Aradan yirmi seneye yakın süre geçti.
Arjantin hâlâ belini doğrultamadı. Resmi enflasyonun yüzde 52, gerçek enflasyonun yüzde 100’ün üzerinde olduğu ülke krizlerden krizlere savrulmaya devam ediyor.
// KOMŞUDA YALAN İSTATİSTİK
Ve Yunanistan…
2009 yılıydı.
Ülkeyi etkisi altına alan ve altı sene boyunca sürekli hükümetleri deviren dev ekonomik krizin kök sebepleri arasında, Yunan Maliye Bakanlığı’nın Avrupa Birliği İstatistik Ofisi’ne (EUROSTAT) verdiği rakamların manipüle edildiğinin ortaya çıkması vardı.
Başbakanlar bütçe açığını az göstermesi için Maliye Bakanlığı’na baskı kurmuş, rezaletin EUROSTAT tarafından anlaşılması ve tüm dünyaya duyurulması ile Yunanistan’ın düştüğü acıklı durumu hepimiz ibretle izlemiştik.
Maaşlarını çekemedikleri için ATM önlerinde ağlaşan emekliler, çalışanlarına maaş ödemekte zorlanan bir devlet…
// ALACAĞIMIZ ÇOK DERS VAR
Her iki ülkeyi derin bir ekonomik ve siyasi krize sokan bu hatalardan bizim de alacağımız çok ders var.
Örnekler daha da çoğaltılabilir.
Tüm yazı ve yorumlarımızda Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) ve Merkez Bankası başta olmak üzere kamu otoritelerinin resmi verilerini kaynak alıyoruz. Son yıllarda bu verilerin hesaplama yöntemlerinde sıklıkla yapılan değişikliklerin inandırıcılık sorunu yarattığını ısrarla ifade ediyoruz.
Devletin namusu olarak görülmesi ve güvenilmesi gereken rakamların üzerinden kuşku perdesini kaldırmamız şart. Bu akıl almaz sonuçları doğuran revizyonlara karşı getirilen eleştirilere bile TÜİK’ten doyurucu yanıt alınmış değil.
Türkiye’nin saygınlığından kuşku duymadığı pek çok iktisatçısı, TÜİK verilerinin gerçek hayatta karşılık bulmamasını, hesaplama yöntemlerindeki hataları sık sık kamuoyunun gündemine taşıyorlar.
Şayet bu rakamlar üzerinde “uluslararası ölçekte” bir kuşku oluşur ve hatalı olduğu kanıtlanırsa, Arjantin ve Yunanistan’dan bin beter oluruz, bizden hatırlatması…
+++++
SİNAN DOĞAN’DAN
BİR BAŞUCU KİTABI
Sevgili dostum, meslektaşım Sinan Doğan, İzmir ekonomisinin cumhuriyet tarihi boyunca süregelen gelişim çizgisine ışık tutan bir eser kaleme aldı.
“İzmir Sermayesinin Yükselişi ve Çözülüşü” adını taşıyan kitap, tarihi boyunca Anadolu coğrafyasının en önemli liman ve ticaret kenti olan İzmir’in inişli çıkışlı seyrini rakamsal verileri ve kronolojik olay örgüleri ile okurlarına yansıtıyor.
80’li yıllara kadar ülke ekonomisine yön veren sanayi kuruluşları ile anılan, iş dünyası örgütlerinde oyun kurucu rolünü bihakkın yerine getiren İzmir, bugün o günlerinden çok uzakta.
Benim de son otuz yılına gazeteci olarak tanık olduğum İzmir ekonomisinin taşıdığı yapısal sorunların kök sebepleri arasında, siyasal iktidarların kente şaşı bakışını da yadsımak olanaksız olsa gerek.
İzmir sanayisindeki yükseliş ve çözülüş dönemini (Çöküş demek mi daha doğru acaba?) Yaşar Holding’in konumu ile paralel düşünmek gerekiyor. Holdingin kurucusu merhum Selçuk Yaşar ile üç kez söyleşi yapmış biri olarak, özeleştirilerini hala hafızamda saklı tutuyorum.
Sinan’ın kitabını okurken, Selçuk Baba’nın açıklamalarını da anımsadım.
Yirmi sene kadar önce görevini çocuklarına devretmeye hazırlanan Yaşar Holding’in Kurucusu Selçuk Yaşar ile yaptığım söyleşi sırasında söz dönüp dolaşmış, 2001 krizi sonrasında TMSF’ye devredilen Yaşarbank’ın gruba verdiği zarara gelmişti.
Selçuk Yaşar o dönemde çalıştığı profesyonel yönetici kadronun becerisi ve deneyimini anlatırken “Şeritçiler Çarşı’sına dönmekten son anda kurtulduk” demişti.
Bu cümlesinde kastettiği, babası Durmuş Yaşar’ın Kemeraltı’ndaki Şeritçiler Çarşısı’nda ilk boya dükkânı açması ile Yaşar Grubu’nun temellerinin atıldığı idi.
“Başladığımız yere dönüyorduk” demek istiyordu.
Ve merakımı cezbeden soru şuydu:
“Bu türden kritik görevlere insanları seçerken kriteriniz ve öncelikleriniz neler oluyor?”
Cevap çok şeyi özetliyordu:
“Karşıma gelen insanı eğitimi ile bilgisi ile aile terbiyesi ile özel yaşamı ile değerlendirir, en sonunda şu soruyu sorarım kendime: Bu adam Kapıkule’nin ötesinde bu işi yapabilir mi? ‘Yapar’ diyorsam, onunla çalışırım”
+++++
KÜTÜPHANELER KRALI
RECAİ ŞEYHOĞLU!
Eğitimci Recai Şeyhoğlu, Türk aydınlanma devriminin vücut bulmuş öğretmenleri arasında yer alır. 30 yılı aşkın süredir tanıdığım Recai ağabey, Rasime-Recai Şeyhoğlu Kütüphaneler Zinciri’nin 64’üncü halkasını Haziran ayı sonunda cennet köşesi Tire’nin ilçe merkezinde açtı.
1035 kitabın raflarda yerini aldığı kütüphane, CHP Tire İlçe Örgütü bünyesinde bulunuyor.
Zincirin 16’ıncı halkası, 12 Mayıs 2007’de Tire’nin dağ köyü Dallık’ta açılmıştı.
2002 yılından bugüne kadar ağırlıklı olarak İzmir ve Manisa’nın köylerinde kitabın ışığını yansıtan kütüphaneler; köy çocuklarını Fazıl Hüsnü Dağlarca ile Yaşar Kemal ile Cahit Sıtkı Tarancı ile Orhan Kemal ile Dostoyevski ile tanıştırdı.
Sevgili ağabeyim, emekli öğretmen Recai Şeyhoğlu ve 2015 yılında sonsuz uykusuna yatan annesi Rasime Şeyhoğlu’nun adını taşıyan bu aydınlanma zinciri; kimseye muhtaç olmadan, diyet borcu ödemeden, imece usulü ile başarıya ulaştı…
Biz dostlarının katkıları ve emekleri ile…
Her kütüphane en az bin kitapla kuruldu. Yurtiçinde ve yurt dışında sayısız ödülle taçlandı bu başarı.
Tüm okurlarımızı, çocuklarımız kitabın güzelliklerine doysun diye başlatılan bu zincire destek olmaya çağırıyorum. Evlerimizde, işyerlerimizde raflarda bekleyen roman, şiir, öykü, çocuk kitapları gibi bir çocuğun sevip okuyabileceğini düşündüğünüz ne kadar kitabınız varsa bu kampanya için bağışlayabilirsiniz.
Eline, yüreğine, zihnine sağlık Recai Öğretmenim…
+++++
TV EKRANLARINDAN SAÇILAN
DUNNING-KRUGER SENDROMU
Justin Kruger ve David Dunning…
ABD’li psikiyatri uzmanları Kruger ve Dunning, uzun süren bilimsel çalışmaların ardından on yıl kadar önce tüm dünyanın ilgisini çeken bir teori attılar ortaya:
“Cehalet, gerçek bilginin aksine, bireyin kendisine olan güvenini artırır.”
Bilim dünyasında da ilgi ile karşılanan ve literatüre “Dunning-Kruger Sendromu” olarak geçen bu teoriye yönelik araştırmalar başlamakta gecikmedi.
Fizyolojik ve zihinsel alanda yapılan çeşitli uygulamaların sonucunda ulaşılan sonuç şu oldu:
“Niteliksiz insanlar ne ölçüde niteliksiz olduklarını fark edemezler.”
Ve bugünün Türkiyesi…
// “VAZİFELİ” CEHALET
İzlemeyi çoktan terk ettiğim, sinirlerimi altüst eden tartışma programlarına “konuşmacı” olarak çağırılan “vazifeli” tiplere bakınca Kruger ve Dunnig’e bir kez daha teşekkür ediyorum.
Hemen her gece farklı TV’lerde sıra ile boy gösteren, uzmanı olmadığı konularda yorum yapma cesareti gösteren bu cehalet abidelerini –sinirleriniz elverdiği ölçüde- dikkatle izlemeye davet ediyorum sizi.
Cehaletin, haddini bilmeme duygu durumu ile tümleştiğinde nasıl berbat bir görüntü verdiğini göreceksiniz.
Siyasi parti ve kurum ayrımı gözetmeden, benzer vaziyeti siyasetçi ve bürokrat profillerinde de görmemiz fazlasıyla mümkün.
“Yahu bu adam bu görevlere nasıl getirilmiş” cümlesini kurdurmayan çok az kişi ile karşılaşıyoruz.
Çok değil 10-15 sene öncesine kadar devletin “yüksek bürokrat” olarak görev yapan memurlarına baktığımızda; kendisini mesleğinde kanıtlamış, uluslararası birikime ve deneyime sahip, kritik kararları duraksamadan doğru şekilde verebilen çok sayıda insan bulabilirdiniz.
Ya bugün?
Emin olun acınacak durumdayız.