“Ellerim beyaz diyorsun,
Beyaz da ne?”
(Erdoğan Çokduru)
Serde gazetecilik var ya; “haber olacak olgu ve olaylara antenlerin daima açık olacak” diye öğrenmişiz ustalarımızdan.
Bir gün, birkaç arkadaş konuşurken birisi, Cumaovası Hava alanında santral memurluğu yapan Celal adlı birisinden söz etti.
Ben tabii, antenlerim açık:
-Nee, diye haykırdım; “hem kör, hem de santral memuru ha?”
Söylenenin doğru olduğunu öğrenince, durumu, çalıştığım Ege Ekspres gazetesinin İstihbarat Şefi Suat (Fehm, Eryalman) ağabeye ilettim. 1960'lı yılların ünlü foto muhabiri Süha (Aknur) ağabeyin, zaman zaman sünnet arabası olarak kullanılan otomoniliyle tuttuk Hava alanı yolunu.
Doğru Santral'e.
Baktık ki; kör olmayan birisi iş başında.
-Pardon dedik, biz Cemal’i arıyorduk ama siz…
Genç adam, şaşkınlığımıza hak vererek:
-Haa, şimdi öğle tatili ya; Cemal voleybol maçı seyretmeye gitti.
Hayda…
Hem bize onun kör olduğunu söylüyorlar, hem adam voleybol maçı “seyretmeye” gidiyor.
Alı al, moru mor vardık voleybol sahasına. Heyecanlı bir maç oynanıyor. Seyredenlerin heyecanını bölmemeye özen göstererek, Cemal’i soruyoruz. Ne deseler beğenirsiniz;
-İşte orda, maçın hakemi o…
Şaşmanın da bir sınırı vardır, değil mi ya?
“Kör voleybol hakemi” Cemal, ağzında düdük; çalıyor; arada bir düdüğü çıkarıp oyunculara bağırıyor:
-Ne biçim pas atıyorsun? Ya sen ne biçim küt vuruyorsun. Ali’nin yaptığı düpedüz faul. Hüseyin’in vurduğu top harice gitmişti…
Maç sonrası, mesai başlamasına kadar birer çay içiyor, söyleşiyoruz kör voleybol hakemi santral memuru Cemal’le.
Anlatıyor da anlatıyor:
-Bazı adamlar “kör müsün?” diyor. Körüm ya! Siz hiç körün sakarlık yaptığını gördünüz mü? Keşke görürler bizim kadar dikkatli olsa.
Öğreniyoruz ki; Cemal’in iki zevki var: Kitap okumak ve film seyretmek. Kitabı Braille (Brey) abc’siyle değil, herhalde birisine okutuyor ama o “okudum” diyor. Bir de haftada bir iki gün sinemaya gidiyormuş. (Laf aramızda sevgilisiyle! Bazı filmlerin renk uyumlarını, bazı yabancı filmlerin dublajını beğenmediğini öğreniyoruz.
(NOT: Cemal’den yola çıkarak “Ege’den Tipler” başlıklı yazı dizisiyle ödül kazandığımı söylememe gerek var mı?)
Sizin de vardır çevrenizde, “görenleri şaşırtan” görmezler.
Benim hayli var.
Bizim Akyaka’da, kendisi yokken “Kör Mustafa” diye anılan Bakkal Mustafa Akkaya vardı. Doğuştan kör idi ama, sesini bir kez duyduğu kişiyi unutmazdı. Ben, sevildiğimi bildiğim için şımarıkım ya; birkaç ay görüşmedikten sonra ansızın dükkanına yaklaşır, kendimi göstermeyip sesimi değiştirerek:
-Bakkal siz misiniz? benzeri söz ederim; rahmetli Mustafa ağabey:
-Alla bizim Şadan gelmiş. Hoşgeldin. Seninle iki buçuk aydır görüşmüyorduk. Nasılsın bakayım? Dersler nasıl gidiyor; anan baban iyiler mi?
Gökova'nın tek otobüsü, Hoşgör Ali Dayının Austin’i, her perşembe Muğla, her cuma Ula pazarına sabah gidip akşam dönüyor.
Bir gün, otobüste ben de varım. Babamın yanında oturuyorum. Muğla dönüşü, otobüsün üst bagajından camlara doğru sıvı damladı. Yolculardan:
-Mustafa Akkaya’nın tenekeleri vardı, ondan sızmış olmalı.
Babam gayet emin:
-Hayır, Mustafa’nın tenekesinden testisinden bir şey sığmaz. Bakıldı görüldü ki, kör Mustafa’nın değil, gören birinin tenekesinden sızmıştı gaz veya zeytinyağı…
Benim en çok ilgilendiğim görmezlerden biri, Ege Üniversitesi Basın Yayın Yüksekokulunda öğrencim olan Hüsrev Öztürk idi. Hüsrev, gazinolarda çalacak kadar flüt ustasıydı. Derslerde not tutmaz; sınavlarda, sorulara, sözcüğü sözcüğüne doğru yanıt verirdi. Sınav dedim ya; sözlü yapardım Hüsrev’in sınavları. Aslında, söyleşi fırsatı olurdu onun sınavları. Çoğu zaman, özel sorular da sorduğum olurdu:
-Hüsrev; evinle okul arası yaklaşık var bir kilometre. Öz başına gidip geliyorsun. Baston kullanmıyorsun, arkadaşlarının, senin koluna girmesini de istemiyorsun. Zorluk çektiğin olmuyor mu?
-Hocam, yolu adımladım. Nerde ne var belledim. Ama bazen, yola taş veya benzeri bir şey atıldığı oluyor; ayağım, beklenmediği bu nesneye takılıyor; ayağımı dokundurup çekiyorum.
Biz mi körüz, Hüsrev gibiler mi?
Körler Ülkesinde
Memleketin birinde genç bir adam yaşardı. Sporcu bir vücut ile düşünen kafa ondaydı.
Kahramanımız, Dede Korkuk söylemiyle, “ava-kuşa merkalıydı; av avlar, kuş kuşlardı.”
En sevdiği şey de, her gün değişik yerlere gitmek, yeni şeyler görmekti.
Bir gün, yolu bir vadiye düştü. Kutsal kitapların “Cennet” dedikleri böyle bir yer olmalıydı. Şimdiye dek görmediği ağaçlar, tatmadığı yemişler, koklamadığı çiçekler buradaydı. Doyulası bir yer değildi burası ama, o anda fazla zamanı yoktu:
-Daha sonra sık sık gelirim, dedi.
Dedi ama, çıkış yolunu bulamadı. Sağa gitti yar, sola gitti duvar. Önü, arkası yalçın kaya. Kendi kendine:
-Aman, paniğe kapılma; buraya kolayca indiğine göre, çıkışı da kolay olmalı…
Kendisini böylece cesaretlendirmek istiyordu ama, her girişimi, daha fazla umutsuzluğa sürüklüyordu onu.
Umutsuzluk içinde aranırken, biraz uzaktan sesler geldi:
-Tak, tak, tak!
Şükür. Doğanın değil, insanın çıkardığı sesti bu. Oraya yöneldi. evet, bir adam balta ile odun kesiyordu. Ona seslendi:
-Merhaba ahbap, buradan nasıl çıkabilirim?
Baltacı bir döndü; aman Allahım, adam kör. Pardon, körün hiç olmazsa göz çukurları olur. Bu adamın yüzünde göz çukuru bile yoktu. Yanıtı ise, büsbütün şaşırtıcıydı:
-Çıkmak mı? Buradan çıkılmaz ki… Dünya bundan ibaret…
Bir yandan hava kararmak üzereydi. Çaresiz, gözsüz adamın uyarısına uyarak, onların köyüne gitti. Orda ne görse beğenirsiniz?
Ora halkının tümü gözsüz.
Bizimki bir yandan vadiden çıkış yolunu ararken, bir yandan da körler Ülkesinin yaşamına karıştı. Gel zaman git zaman, oralı -elbette gözsüz- bir kıza gönlünü kaptırdı. Onu alıp, memleketine dönse? Hemşehrileri ne derdi? Bir süre sonra, daha fazla sabredemeyip, gönlünden geçeni sese çevirdi:
-Benimle evlenir misin?
Gözsüz kız, gayet sakin konuştu:
-Bak, sen iyi sesli bir adamsın ama, bir hastalığın, durup dururken “yeşil” diyorsun, “kırmızı” diyorsun, “şuraya bak” diyorsun. Ülkemizin doktorları seni muayene etsin, eğer rahatsızlığın giderilebilirse evlenirim, dedim ya, sen iyi sesli bir insansın…
Ve güzel veya yakışıklı okuyucum; ülkenin bütün doktorları -elbette onlar da gözsüz- yatırıp kahramanımızı, konsültasyon yaptılar. Bir ara bir doktor haykırdı:
-Tamam, buldum: Vakamızın (hastamızın) alnının ortasında ıslak iki çukur var. Rahatsızlığı bundan kaynaklanıyor. Bu iki çukuru kapatırsak, hastamızın bir şeyciği kalmaz…
Ey okur; sana soruyorum;
-Bizim kahramanımız ne yapsın şimdi? Hasta ya da doktor siz olsaydınız? (Yanıtını benden beklemiyorsunuz herhalde…)
Kör
Kör olmak ne iyi şeydir,
ne güzeldir sevmek karanlığı.
Ne yalın bir kılıç gibi bir ışık
ne renklerin ağırlığı
ve ne şekillerin kalabalığı…
Ne güzeldir sevmek karanlığı…
Kör olmak ne iyi şeydir.
Kapalı gözleriniz
çevrili içinize,
kıyısında oturup bakarsınız
içinizde dalgalanan denize.
Kapalı gözleriniz çevrili içinize...
Kör olmak ne iyi şeydir,
körlerdir ki yalnız
kendi yürekleriyle başbaşa kalırlar.
Ne kimseye kendi gözlerinden verirler
ne kimsenin gözlerinden alırlar.
Körlerdir ki yalnız
kendi yürekleriyle baş başa kalırlar.
Ne güzeldir sevmek karanlığı,
Karanlık Allah gibidir ve tek başınadır.
Karanlık ölüm gibidir
rengi yok
Ahengi yok
dengi yoktur karanlığın.
Dağıtın yanınızdan sopalarınızla
karanlığın peygamberleri,
körler,
kalabalığı…
Kör olmak ne iyi şeydir
ve ne güzeldir sevmek karanlığı…
Nazım Hikmet