Seçimlerde kırpıntı oyları toplama kaygısıyla kabul edilen, emeklilikte yaşa takılanlara (EYT) erken yaşta emeklilik hakkı verilmesi düzenlemesi ve Mehmet Şimşek’ten önceki ekonomi yönetimi ve Merkez Bankası tarafından uydurulan Kur Korumalı Mevduat (KKM) hesabı ucubesi, çözüm bekleyen sorunları tersine derinleştiriyor, toplumu birleştirmek yerine bölüyor ve fay hatları oluşturuyor. Bütün bu gelişmeler Türkiye’nin kâh “alışveriş bazlı” (transactional) kâh “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” anlayışı ile idare edildiğini, demokratik dönüştürücü (transformational) liderliğe acil ihtiyacı olduğunu gösteriyor.

Sokak köpeklerinin sağlıklı bir envanteri bile çıkarılmamış, sorunun boyutu tespit edilmemiş, değişik çözüm yöntemleri tartışılmamış, değişik yöntemler arasından toplumsal değerlerimize uygun olan çözümlerde mutabakat sağlanmamış olduğu halde, algılar üzerinden hareket ederek, başıboş köpekleri sözde ötanazi adıyla katletmek için kanun çıkarmaya çalışmak, Meclis komisyonlarında sabahlara kadar süren kavgalara ve şiddetli tepkilere neden oluyor.

Aynı şey EYT konusunda da oldu. Diğerleri kadar prim ödediği halde emekli olma hakkı kazanmayan görece genç çalışanların “adaletsizlik” argümanı, rahmetli Süleyman Demirel’in 1990’larda seçilmek için, hayatının baharında sayılanları bile emekli etmesinden beri emeklilik sistemimizin çoktan iflas etmiş olduğunu, emeklilerin biriktirdikleri primlerin semeresini değil, gelecek nesillerin primlerini ve devlet bütçesinden verilenleri yediklerini, torunlarının biriktirmeye çalıştığı primlerin ise bunun bir damlasını teşkil ettiğini görmemize engel oldu. Sadece EYT’lilerin ve kıdem tazminatı ve işten ayrılmalar nedeniyle bunun getireceği maliyetin ağırlığına dikkati çeken iş dünyasının sesi duyuldu. KKM ise Mehmet Şimşek’ten önceki ekonomi yönetiminin giriştiği toplumsal adalet yerine zenginleri gözeten bir zihni sinir projesi. Emekli olmalarına izin vererek EYT’lilere verilen miktardan daha fazlası vergilerimizden göz göre göre zenginlere aktarılmaya devam ediyor.

Sadece siyaset alanında değil toplum hayatının her alanında uzak görüşlü (vizyoner), birleştirici ve dönüşümcü liderlere ihtiyacımız var. Ancak bu acı gerçeğimizin daha da can yakıcı yanı, bu ihtiyacımızın farkında olmamamız! Hesap vermeyi zayıflık ve zül olarak gören kültürümüz, sorumluluk kültürünü yok etmiş durumda. Aile reisi, şirket sahibi, başkan, seçilmiş, atanmış veya tesadüfen bir şeyin başı olmamızı Allah vergisi gibi kabul ederek sosyal veya ekonomik değer üretilen yerleri keyfimize göre idare etmeyi liderlik olarak görüyoruz! Bizleri makam ve mevkiye saygı göstermeye ve çoğu zaman biat etmeye şartlandıran toplumsal kültürümüz ise lider görülenleri adeta kutsuyor, onları sorgulamayı ise yasaklıyor.

Ticaret ve sanayi odalarında, avukatların baroları, tabip, eczacı, noter odaları ile benzeri diğer meslek kuruluşlarında ve merkez birliklerinde, seçilmiş olsalar bile devlette olduğu gibi otokratik liderlik yapısı hâkim. Belediyelerde de bir benzeri olan bu yapıda seçilen kişi otokratik yetkilere sahip. Her kurumda bulunan meclisler, yönetim ve yürütme kurulları, genel olarak otokratik liderlerin istisnai hallerde mutabakatlarını aldığı ancak genel olarak danışma ve delege edilen işleri yapma işlevi görüyorlar. Başkanlar, kurumlarını temsil ve işlem yapma yetkisine dolayısıyla geri kalanlara dikte etme imkanlarına ve yetkisine sahipler. Daha demokratik yönetim anlayışı geliştiren bir kısım iş dünyası gönüllü sivil toplum kuruluşlarında bu kültür değişmekte ise de bazı başarılı istisnalar hariç sivil toplum kuruluşlarının çoğunluğunun vizyoner birleştirici ve dönüşümcü liderlere ihtiyacı sürüyor.

Türkiye, sorunlarını çözmek istiyorsa aileden başlayarak, şirketlerde, sivil toplum kuruluşlarında, yarı resmi ve resmi tüm kamu kurumlarında, siyasi partilerde, yürütmede ve Meclis’te otoriter başkanlık ve lidere biat kültürünü yok ederek, ortak akıl ve vizyon geliştirebilen demokratik dönüştürücü liderler yetiştirmeye odaklanmalıdır.