Hani bazen öyle olaylar oluyor, öyle yorumlar yapılıyor ki, cevap versem değmez, düşünsem bana yazık. O söz ne güzel söylenmiş aslında, “lafa bakarım laf mı diye, söyleyene bakarım adam mı diye”! İnanarak yazıyorum ki televizyonlardan uzak, yorumculardan kaçarak dönebilsem geri asırlara, daha mı huzurlu olurum acaba?
Biraz tuhaf gelecek size ama yazmadan edemeyeceğim. “Taş devri” insanlarını kıskanıyorum zaman zaman. Güya teknolojinin geliştiği, sanayileşme ve iletişimin yaygınlaştığı zamanı yaşıyoruz. İletişimden anladığımız sadece mesaj ve sosyal medya. Bilmem kaç karakterle takdir ve infaz ediyoruz birbirimizi.
Oysa çizilenlere bakınca ne güzelmiş taş devri. O ilk ateşi, tekerleği bulan yaşıyor olsa, bin pişman olurdu keşiflerinden bence. Ortalıkta dolaşan devasa hayvanlar tarafından ezilme veya yenme tehlikesi dışında, mağaralarda duvarla resim çize çize yaşamış Taş devri insanları. Su temiz, hava temiz, toprak temiz. Banka yok, müteahhit yok, para yok, cahil ve menfaatçi siyaset yok. İletişimi nasıl yapıyorlardı bilemiyorum ama bence bugünkünden daha dürüstçeydi.
Günlerdir güzel ülkemin ormanları yanıyor cayır cayır, canlar yitti, onca hayvanat, nebatat, börtü böcek kavruldu. Cehennem ovasına döndü güzelim yerler. Ama işimiz gücümüz bencilce cinlik yapmak. İktidar ve çevresi tam kibir yumağı. Yahu muhalefet dediğiniz, halkın yarısı. Halkın tepkisini yazan söyleyen basına “yasak” koymak kadar akla ziyan ne var Allah aşkına?
Oysa ne güzel olurdu bir araya gelselerdi. Tüm liderler şu canım orman yangınlarına karşı milli seferberlik ilan etselerdi. Ama ne mümkün, Türk askeri kışlada, yangına Azeri askerler geliyor, Tunceli’de halkın seçtiği belediye başkanı, bölgesindeki yangını söndürmeye giderken yurttaşlarla, karşısına polis dikiliyor. RTÜK, “sönen yerleri neden haber yapmıyorsunuz” absürtlüğüyle, tüm basına “pelikan borazanlığı” dayatıyor.
Sanatçı Şahan Gökbakar, sosyal medyadan yayın yapıyor. Marmaris ve çevresindeki yangınları anlatıyor kaygıyla. Geçen gün çok ilginç bir olay anlattı. Eminim anlattıklarını İçişleri Bakanı da duydu. Sanatçının anlattığına göre, tuhaf tipler botlarla yangın alanına gelip orada bulunanları rahatsız edip yemeklerini tüketip orman yangınlarının söndürülmesi için uğraşan asker, ormancı, vatandaş kim varsa engel oluyormuş. İkaz edenlere de küfür, hakaret ediyorlarmış. “Provokatörler var burada” diye haykırıp durdu Gökbakar. Benim de kulağıma Muğla Milas civarlarından bir duyum geldi, uzak köylere dadanan “tuhaf giysili” adamlar evlerden yiyecek toplayıp “dağa gidiyoruz” diye tehdit ediyorlarmış vatandaşları.
Bu yaşıma geldim, bunca orman yangınını muhabir olarak yaşadım, haber yöneticisi olarak organizasyonlar yaptım. Lakin bu kadar tuhaf bir süreç görmedim. Yangın garibime gitmiyor ama yangını söndürme girişimleri baştan ayağa garip. Orman Bakanı gerçekten kendini “başarılı” sayıyorsa, İçişleri Bakanı bunca haykırışı gerçekten duyup gereğini yapıyorsa inanın lafım yok, lakin “bu yangınların ardında bir şeyler var ama” ne?
Avaz avaz bağıracağım vallahi. İktidar ne yaptığının farkında mı? Yarınlarda tarihe düşecek yansımalarının nahoş olacağını fark etmiyorlar mı hala? Bir onlar vatansever, bir onlar akıllı, bir onlar insan… Karşılarında kim varsa ya terörist, ya vatan haini ya da ahlaksız.
Yangınlarla “yeterli mücadele ediyoruz” diyen kim varsa iktidar içinde zerre inanmıyorum, işte o kadar. Beni de assalar, kesseler inanmayacağım! Çünkü beynim de yüreğim de var, aklım ve sorgulama yeteneğim de var. Birileri çatlasa da patlasa da “fikri, irfanı, vicdanı hür” yaşamaya devam edeceğim kuru ekmeğe muhtaç olsam bile!
Tarihte eleştiriyi yasaklayan, muhalefeti sindirmeye çalışanlar için bir tane hoş satır var mı?
Sosyal medyada iktidar taraftarlarının “döverim, asarım, keserim” yaklaşımları eminim taş devrinde bile yoktu.
Yok yok… Laf da anlamıyorlar söyleyince. İyisi mi “mağaramıza dönelim, duvarına resim çizelim” be dostlarım! Hoş, memlekette mağara da kalmamıştır müteahhit talanından ya, neyse.
***
YIKIM BÖYLE YAPILIR SAYIN BAKAN VE SAYIN VALİ!
Gazetemin arşivinden bakabilirsiniz, 30 Ekim 2020 günlü yazım “İzmir’e dair endişeler” başlığını taşıyordu. İşte o yazının yayımlandığı Cuma gününün öğle saatlerinde yepyeni bir endişemiz daha oldu. Doğa kıpırdadı, evler yıkıldı, canlar gitti. Ama benim endişelerim daha da arttı. Devletin, devletin temsilcilerinin nasıl kibirle yaklaşım gösterdiklerine tanıklık ettim. Söylemlerdeki sahte duygusallıkların kolayca yok olması bile bu kibrin kanıtıydı benim için. Yıllarca emlak vergilerini, DASK primlerini kuruşu kuruşuna ödeyip devletine güvenen yurttaşların haklarının, üç beş vicdansız müteahhidin menfaat hırslarına nasıl peşkeş çekildiğini bizzat yaşadım, yaşıyorum. Bana deprem sonrasıyla ilgili “yanlışsın” diyecek adam yok İzmir’de. Şehircilik Bakanı’ndan müdürüne, müteahhit ruhlu siyasilerden, atanmış makamlara hepsinin önceliğinin “halk huzuru” olmadığını açıkça haykırıyorum.
Depremin bir gün sonrasından itibaren, Bayraklı’nın “afet” değil “rant izleme ve ham yapma bölgesi” ilan edilişine de şahidim. Deprem günlerinden sadece iki kesimi tenzih ediyorum. Biri gencecik, güzel yüzlü polisler ve İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin gençleri. Bu anılarımı, gözlemlerimi yazacağım. Hatta bir destek bulursam kitap yazacağım. Kitabımın adı da “30 Ekim: Kaybedilen İnsanlık Günleri” olacak. Depremin birinci yılında, eğer becerebilirsem bir hafta dizi yazı yazacağım.
Herkes konuştu ve yazdı depremi. Bazıları siyasi malzeme bazıları da “hava cıva” usulü şovmenlik yaptı. Altında cansız bedenlerin olduğu enkazın tepesinde, cep telefonuyla âlem-i cihana selam çakan bakanı hiç unutamam. İstanbul medyasının alayı, işi enkaz altındakilere indirgeyip timsah gözyaşlarına meftun olanlara malzeme çıkardı. Habercilikle papağanlığın karıştığı günlerdi. Canları yanmış insanlara koruma ordusuyla gelen erkân-ı devlet mi ararsın, marş çalarak abukluk yapan siyasiler mi ararsın her türlü samimiyetsizlik, samimiyetmiş gibi servis edildi.
Ve sonra da hafriyat ve inşaat güruhunun “oyunu” başladı. O yıkımlar “insanlığın katledildiği” anlardı. Dikkatinize arz ediyorum, depremle ilgili gözlemlerimi yazarken, sadece gördüklerimi naklettim size. Fazlası var aslında ama azı yok. Ve taraf da tutmadım, iletişimden de kaçmadım. Kendi çalışanına dahi saygısı olmayan TOKİ şirketlerinin insanlık karşıtı davranışlarını inanın henüz yazmadım. Şu sözü hiç unutmayacağım: “Biz bu işleri Elazığ’da da yaptık ama sizin gibi itiraz etmediler, onlar bize katlandı.” Düşünebiliyor musunuz? İnsanlık değerlerinden nasibini almamış şirketin elemanı, yıkım vandallığına itiraz ettik diye biz yurttaşlara böyle cevap verdi. “Sizi muhatap almam benim muhatabım İzmir de değil, benim muhatabım Ankara, bakanlık” da dedi o insan görünümündeki şirket soytarısı!
Depremden zarar görmeyen binalarda oturan vatandaşlara, akla gelmedik zulümler yapılırken İzmir Valiliği de Bakanlık da milletvekilleri de hep sustu. Çünkü deprem olmuş, ölen ölmüştü. Şimdi sıra sadece yıkılanın, hasar görenin yerine “bir milyon iki yüz bin liraya” satılacak daireler yapmaktı. Makamı ne olursa olsun kimse bana Bayraklı ile ilgili maval okumasın.
Hiçbir tedbir alınmadan, kontrol ve denetim olmadan yıkımlar yapıldı, yapılıyor. Güneş aydınlığı tozlardan geceye döndü, en hayati yollar, sokaklar firmalar tarafından duyarsızca işgal edildi. Hastalar, bebekler, yaşlılar günlerce korkudan uyuyamadı, ambulanslar şirketlerin kibrini geçemedi. Hayvani duygularla dünya kadar ağaç, sökülebilecekken hunharca kesildi. O güzelim palmiyeler önce katledildi sonra cesetleri, posta koyar gibi günlerce teşhir edildi. Valilik saat sınırlaması getirdi, uyan olmadı. Adeta bizlere “neden binanız yıkılmadı, neden siz ölmediniz ki” mesajı verildi.
Geçen gün Cumhuriyet Bulvarı’ndan Gümrük istikametine yürüyordum. Birden solda bir bina gördüm. Yıkımı yapılıyordu. Durdum ve izledim. Fotoğrafa iyi bakın, caddeye taş düşmesin diye tahta perdeler yapmışlar, toz kalkmasın diye ıslatma sistemi kurmuşlar.
Peki, soruyorum şimdi, Bayraklı ve başka ilçelerde yıkım yapan hafriyat firmaları neden tedbirsiz yıkım yapıp vatandaşa azap çektiriyorlar? Şehircilik Müdürlüğü, Valilik ya da ilçe belediyeler bu kadar mı sevgisiz Bayraklı halkına? Neden denetim yok, soruyorum! Siz hem vatandaşı borçlu çıkarın hem de kaçırmak için elinizden geleni yapın öyle mi? Bir de yazdıklarımdan dolayı, yiğitçe yüzüme konuşacağınıza, sağda solda utanmadan şikâyet edin! Ne güzel İzmir yahu!
Deprem sonrası ile ilgili yazmaya devam edeceğim… Becerebilirse yüreği menfaat çukuruna dönmüş çevreler ya yine ekmeksiz bırakılar beni ya da o cahil tetikçilerine vurdururlar. Daha kiralık ve satılık evlerle ilgili yazacaklarım var. Devlet “kâr zarar” kavramlarıyla yaklaşmaz vatandaşa… Devlet bu müteahhit ağzından vazgeçmeli. Çünkü “millet” varsa “devlet” vardır. O “kutsal devlet” saçmalığından kurtulalı çok oldu.
***
ÖNEMLİ NOTLAR:
- Geçtiğimiz hafta Sergenç İneler kardeşimin davetiyle UNESCO ofisine gittim. Gencecik ama dopdolu bir ekip. Konuşmaları, yaklaşımları hep İzmir kokuyor. İzmir Tarihi Liman Kenti Alan Başkanlığı diye bir örgütlenme de var. O gençleri yazacağım size. Tanışmadan yargıda bulunanlara ders vermek için. Gencecik insanların, nice “yaşlının” bu güne kadar “akıl edemediğini” düşünmeleri beni umutlandırdı.
- Afgan, Suriyeli, Sudanlı bilmem nereli insanların ülkemize sıkıntılarından dolayı gelmeleri değil benim derdim. İzmir’in yeni Emniyet Müdürü Beyefendi, adı göçmen ya da her neyse bu insanlara Türkiye Cumhuriyeti’nin “babalarının çiftliği” olmadığını hissettirmeli. Hatırlatmakta yarar var, AK Parti’yi iktidara getiren Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarıydı, sanıyorum Suriyeli ya da Afgan veya Sudanlı değildi!
- Merak ediyorum: Somali’ye verdiğimiz 30 milyon dolar hibeyi, SMA hastası bebeklerimize harcasaydık “büyük sevap” işlemez miydik?