1976 yılında popüler olmuş bu şarkı. Söz ve müziği Şanar Yurdatapan’a ait. Rüçhan Çamay da seslendirmiş. Merak edenler YouTube’da bulup dinleyebilir.

Çocukluğumdan beri ara ara dinlerim bu şarkıyı. Hele bir dörtlüğü var ki, onu özellikle paylaşmak istiyorum sizinle:

“Üç şey demiş Napolyon ‘Para, para, para’,

İnsanlar öldürülür onun uğruna,

Servetin ulaşsa da yüz milyonlara,

Kefenin cebine sığmaz bir tek lira.”

Yıl olmuş 2021. Yani Miladi olarak 2021 yıldır derdimiz aynı galiba. Mesele ne olursa olsun ucu “paraya” dayanıyor. Para sözcüğünü alıp, finans, ekonomi, bütçe, maliyet, gelir, gider, kazanç gibi sözcüklerle de süsleyip dile getirebiliriz.

Kimse kızmasın, “hayatı” parayla açıkladığımızın başlangıcı da “bugün” değil. O yüzden mevcut hükümeti “para” ekseninde hedef almıyorum. Zira derdim ne “yanlışlar” ne “iddialar” değil. Tam olarak “yaşadığımız gerçekler”.

Korona dünyayı saran bir salgın. İnsanlık kaç evladını kurban verdi, sayı her gün artıyor ne yazık ki. Ama ülkemizde durum o kadar farklı ki… Önceki akşam “yeni tedbirler” diye Sayın Cumhurbaşkanı’nı dinledim de, kendi kendime sordum durdum. Acaba benim yaşadığım ülke ile Sayın Cumhurbaşkanı’nın “Cumhurbaşkanı” olduğu ülke aynı mı diye?

Aynı olmasına aynı da ne acıdır ki “gerçeklerimiz” örtüşmüyor. Ve sanırım bu kutsal ramazanda doğrudan ya da dolaylı yine “gerçek” olmayan” gerçekler” dayatılıyor hepimize.

Korona tedbirlerini nasıl değerlendiriyorsunuz, bilemem?

O adına “bilim kurulu” denilen heyetin üyelerinin vicdani ve ilmi sızıları var mıdır, onu da bilemiyorum?

Ama bildiğim ve inandığım kesin olarak, yukarıda bir dörtlüğünü paylaştığım şarkının sözleridir. Ne yazık ki durum budur!

O tedbirler ne işe yarayacak söyler misiniz bana?

Haydi kamuda kısıtlamaları getirdiniz, peki adına “özel” denilen “sektör” bu kurallara uyacak mı? Müteahhitler işçilerini koruyacak mı? Bu ülkeden iş dünyasının ne derece “katakulli” sevdiğini 1950’den beri onca yazar yazdı da ne oldu? Bu ülkenin iş adamları değil miydi, 12 Eylül’de darbecilere “iyi ki geldiniz de sendikalardan kurtardınız” diye mektup yazanlar iş adamları değil miydi?

“Kısmi” kapanma ya da kısıtlama her neyse bir işe yaramayacak. Yahu maskeye uyulsa mesafeye uyulmuyor, aşı Allah’a emanet saçma sapan ve mantık dışı programıyla, kör topal yapılıyor. Aklımız fikrimiz yaklaşan “yaz turizminde” ama fakir fukara, garip guraba “duayla” dilek temenniyle “tedbire” çağrılıyor. Esnafın durumu o kadar perişan ki, kendi odaları bile ilgilenmiyor. Ticaret odaları “çene suyu çorbayla” iş götürüyor. Koronavirüs karşısında en riskli tüm yurttaşlar “inşallah” edebiyatıyla uyutuluyor.

Neden?

Çünkü dünyada sağlıktan ve yaşamdan daha önemli olan “para”! Memlekette “işini bilen” kim varsa ya inşaatçı olmuş ya da başka bir şey. Onlar kasalarını doldururken olan ya kepenk indiren esnafa oluyor ya da yuvalarda aile huzuruna.

Oysa…

Oysa o şarkıda dendiği gibi asıl gerçek:

“Servetin ulaşsa da yüz milyonlara,

Kefenin cebine sığmaz bir tek lira”

Ne diyeyim? Kalana “hayırlı işler” ama gidecek olana da peşinen “rahmet olsun”!

***

“Eski ramazanlar” diyoruz da?

Anlatamam size ekranı ne kadar özlediğimi. Ama teknoloji sağ olsun, korona da patladığından beri özellikle “Facebook” üzerinden yayın paylaşımları yapıyorum. Eski yıllarda her ramazanda ve bayramın ilk günü “eskileri” konuşmak için özel konuklar alırdım yayınıma. Bu ramazanda da aklıma geldi, zorunlu olarak evde de olduğumdan, sevgili Yaşar Ürük’le bir yayın yaptık. İlgi de harikaydı doğrusu. Sağ olsun “sessiz çoğunluk”, yalnız bırakmadı bizi.

Ama ben yayından bahsetmeyeceğim şimdi. Kafama öyle bir takıldı ki bir ayrıntı. Şöyle kısaca yazayım size.

Eski asırlarda İzmir’de ramazan geldiğinde, Müslüman mahallelerde büyük coşku yaşanırmış doğal olarak. Bir de “zengin Müslümanlar” varmış. Bugünkü Basmane, Hatuniye civarında köşklerinde yaşarmış bu “zengin Müslümanlar”. Ramazan geldiğinde de, eğer yaz ise bahçede, kış ise kapalı bir salonda “fakir fukaraya, garip gurabaya” bir nevi “açık büfe” iftarlar verirlermiş.

Yaşar Ürük’ün özellikle bahsettiği geçen yüzyıl. Özellikle de 1900-1922 arası.

İzmir’in “seçkin” ve de “zengin” Türk Müslüman ailelerinin bu “paylaşımcılığı” tabii ki takdirlik. Ama düşünmeden de edemiyorum. O bahçeleri, sofraları dolduran “garip gurabalar” zaman bayrama döndüğünde ne ederlermiş acaba?

Zira İzmir’in o yıllarında Müslüman mahalleleri o kadar fakir ki, hangi hastalık İzmir’e uğrasa, önce Türk mahallelerinden seçermiş kurbanlarını. Sıtmadan tutun da koleraya kadar yani. Nüfus da bugünkü kadar değilmiş. O “köşk” sahipleri acaba bir şey düşünmemişler mi? Sadece ramazan mıymış “paylaşmayı” hatırladıkları zaman?

Ve o adını bile bilmediğimiz “Gevrekçi Kız”? Hasta annesine ilaç için gevrek satan ve işgalci askerlerin kurşunlarıyla bir “Müslüman köşkün” kapısında son nefesini veren “Gevrekçi Kız”.

Acaba o kızcağız da son ramazanında annesine “iftarlık” almak için hangi köşkün bahçesine gitmişti?

***

Yarın 17 Nisan…

Uzun uzun yazmak istediğim bir konu bu.

17 Nisan 1940 tarihinde 3803 Sayılı yasayla kuruldu Köy Enstitüleri.

1946’da CHP’li Hasan Âli Yücel’in yerine CHP’li Reşat Şemsettin Sirer Milli Eğitim Bakanı oldu. Bakan Sirer, haince Köy Enstitüleri'nin kurucusu İsmail Hakkı Tonguç ve arkadaşlarını görevden aldı. Ardından 1947 yılında Köy Enstitüleri'ne öğretmen yetiştiren Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü kapatıldı. Yetmedi, Köy Enstitülülere verilen araziler geri alındı.

27 Ocak 1954 tarihinde Demokrat Parti hükümetinin çıkardığı bir yasayla, Öğretmen Okulları'yla birleştirilerek Köy Enstitüleri kapatıldı.

Öyle sorasım geliyor ki İkinci Dünya Savaşı sonrası Türk siyasetini?

Amerikancılığın aslında 1950’de değil, 1945’te de “içeriden” taraftar bulduğunu öylesine net anlıyoruz ki aslında. Oy uğruna, ciğeri beş para etmez “ağa düzenine” boyun eğen “çok partili” ve güya “demokrat” siyasetçilerin, Köy Enstitüsü gibi bazı Avrupa ülkelerine bile örnek olmuş yapıyı göz göre göre yıktığını da anlıyoruz aslında. Reşat Şemsettin Sirer’in “kafasından geçen” neydi bilemem ama, attığı ilk adım tam anlamıyla “ihanettir”!

Ama 17 Nisan önemli bir tarih… Anlatmamız, anlamamız gereken bir tarih. Çünkü o tarihe “hepimiz” sahip çıkabilseydik, bugün Anadolu’da gerçek dirlik düzenlik ve refah hâkim olacaktı. Kerameti kendinden menkul ağalara hocalara “günler” doğamayacaktı.

Her şeye rağmen bugün Hasan Ali Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç’u minnet ve rahmetle anarken, Şemsettin Sirer ve kimden emir aldıysa, alayının adını bile anmayı “utanç” kabul ediyorum!

Köy Enstitüleri aydınlıktı, Anadolu’yu aydınlattı. Ama sonra “süt tozuyla” gerçekleşen ihanet, bugünkü “karanlığın da” başlangıcı oldu!

***

Hoş geldin yeniden Çaka Beyim!

Dediler ki, “haberin yok mu Hasan Tahsin, Çaka Bey geri döndü?” Dedim ki, “yok, ama biliyorum dönecekti. Hoş gelmiş Çaka Beyim, safalar getirmiş yeniden kıyılarına İzmir’in.

Salı günü daha geniş yazacağım. Heykeltraş kardeşim Tonguç Sercan’ı da yazacağım. Başkan Tunç Soyer’in heyecanını da yazacağım. Bugün sadece biraz buruk biraz keyifli ama gururumu yazmış olayım.

TV’da yıllarca sordum “nerede bu büst” diye…

Kaç kez yazdım hatırlamıyorum. Abdülkadir Hazman’dan Gündüz Kapancıoğlu’na, Yaşar Ürük’ten Orhan Beşikçi’ye, Gürol Tulunay’dan Alaattin Gürırmak’a, Sancar Maruflu’ya kim “Çaka Bey’den” bahsettiyse, onların sözcüsü, çığırtkanı oldum. Hatta 2000 sonrası Fuar’dan “kaybolan” 16 büstün de peşine düştüm.

Ama Çaka Bey “geri döndü”…

Şimdi bulunduğu yerden denizine bakarken, manevi şahsiyeti neler söylüyor bilemem. Başkan Tunç Soyer’in rüyasına girip, teşekkür edeceğini hissediyorum. Ama ben başka bir şey yapacağım. İlk fırsatta büstün yanına gidip, Çaka Beyimin kulağına bir soru fısıldayacağım.

Ne mi soracağım? İşte onu söylemem.