Türk filmlerinde ya da dizilerinde sık sık şöyle bir sahneye raslanır: Korkak ve kişiliksiz ama hileci bir delikanlı, sevdiği kıza ne denli yürekli ve güçlü birisi olduğunu göstermek için, düzmece bir saldırı oyunu hazırlar. Buna göre, iri kıyım birisini birşeyler karşılığında ayarlar ve ona, karşılaşacağı “sevgilisi”ne saldırmasını söyler. Nedenini anlatır. El sıkışarak anlaşırlar. Bir süre sonra kızcağız sokaktan geçerken adam onu sıkıştırır ve tam istediğini elde edeceği anda seninki çıkagelir ve bir yumrukta onu yere serer. Umarsız (!) kalan genç adam elinin tozlarını temizleyerek doğrulur ve “Abi ben ettim sen eyleme!” diye yalvararak tabana kuvvet oradan uzaklaşır. Çevrede biriken kalabalığın alkışları arasında, onlarla birlikte sevdiği kıza ne denli kahraman (!) olduğunu göstermenin kıvancıyla şişinmeye başlar… Bu bir şarlatanlık örneğidir ve insanlar arasındaki her iletişim boyutunda raslanır.
Şarlatanlık, ne zamandan beri geçerliliğini koruduğu bilinmeyen (öncel) bir hiledir ve toplumca ortaya çıkarılması nerdeyse atomu parçalamak denli güçtür. Buna bel bağlayanların kimleri çıkarından, ama çoğu da sezgi yoksunluğundan katılır bu oyuna.
Sözünü ettiğim bu “figürlü” şarlatan oyunu yalnızca bir örnekçedir, modeldir. Son derece değişik biçimleri vardır şarlatanlığın. Örneğin, beklentileri doğrultusunda bilisiz (cahil) kesimleri, onların anlayacağı bir dille, bilgiçlik yaparak ikna etmek ve kendi yanında tutmak şarlatanlığın en yaygın olanıdır.
Bu alanda dünyanın önde gelen şarlatanlardan birisi Rasputin’dir. Hiçbir bilimsel temele dayanmaksızın iyileşme beklentilerine umut pazarlayan otçular da önemli bir şarlatan kesimini oluşturur. Çağımızda geçerliğini koyun aktarlık mesleği bu şarlatanlık türünün kurumlaşmış biçimidir. Nitekim son yıllarda papatya kurusu, yeşil çay, polenli bitkiler, vb. sanayileşmiştir ve çoksatan tecimsel ürünler arasındadır. Hiç kuşkusuz bunların insan sağlığına belirli yararları vardır. Ama “şüyuu vukuu”nu fazlasıyla aştığında da hiç kuşku yok. Çünkü genelde reklam uygulayımı, nesnel gerçeklerden çok, imgeler üstünde işletilir. Sonuçta, imge baskını altında, nesnel gerçeklerle bağ kurmamız sürekli engellenir.
Uluslararası iletişim ve ilişkileri düzenleyen diplomasi de büyük ölçüde şarlatanlığa dayanır, çünkü her ulus gerçek niyetlerinden çok, öteki ulusları kendi çıkarları doğrultusunda ikna etme ve yönlendirme çabasındadır.
Kaldı ki diplomasi, uluslararası ilişkilerin görünen yüzüdür. Halkların bilmemesi gereken gerçekler kapalı kapılar ardında görüşülür. Bunlara ilişkin açıklamalar da doğruyu tam olarak yansıtmaz. Görüşme yapan devlet yöneticileri arasında şöyle bir ödünleşme vardır: Her biri kendi ulusuna siyasal çıkarlarına uygun açıklamalar yapacak ve görüşmeden önemli ödünler sağladığını belirtecek, ama muhatabı buna ses çıkarmayacaktır.
Örneğin günümüzün “dolar bunalımı” olayında Trump’a veryansın edip kafa tutanlar birden bire ABD karşıtı kesilmiş görünüyorlar. Böyle bir olasılık elbette ki tartışılır, çünkü topluma bu izlenimi vermek isteyenler, bugünkü siyasal varlıklarını ve güçlerini o ülkeye borçludurlar. Onlardaki derin bir ideolojide somutlaşmış, nerdeyse ete kemiğe dönüşmüş olan Amerikan yandaşlığı tersine çevrilebilir mi?
Bu diklenme, ABD’yi yola getirmekten çok, iç sorunlar konusunda başka amaçlar içerebilir. Bir süreliğine “yandaş ve yalaka” olarak nitelenen kitle iletişim araçlarına kulaklarınızı tıkayıp, “muhalif” yayınlara bakarsanız, giderek şu olasılık ağır basıyor:
Ülkemizdeki ekonomik çöküşün nedenlerini içerdeki yanlış uygulamalara değil, Trump’ın yaptığı Papaz dayatmasına bağlamak, ABD’nin yöneticilerimize sunduğu örtülü bir destektir. Aslında düşman bellediğimiz Trump, Türkiye’nin değilse de, iktidarın en sadık dostudur.
Denilebilir ki papaz bahane, kriz şahane.