Başbakanın köyden geçeceğini öğrenen yetkililer, köylülerden daha önce topladıkları pamukları, eski yerlerine yapıştırmalarını istedi. Bu ilk kez yapılmıyordu. Üç beş yıl önce Devlet Başkanını memnun etmek için, pamuklar tarlalara geri götürülmüş, teker teker toplandıkları yerlere yapıştırılmıştı. Devlet Başkanının birkaç ay önceki ziyaretinde ağaçlar, yapma çiçeklerle donatılmıştı. Bu ayın başındaysa, devlete ait sinema kurumuna bağlı sanatçılardan, tarlalardan pamuk toplamaları istenmişti.
Okuduğunuz paragraf, yazar dostunuzun uydurması ya da bir Aziz Nesin öyküsünden alıntı değildir. Olaylar Özbekistan’da yaşanmıştır. Pamukların eski yerlerine yapıştırıldığı köyün adı Özbekistan’ın Fergana kentine bağlı Şaharteppa’dır. Haber 17 Ekim 2015 tarihli Milliyet’te yayınlanmıştır. Bu arada, pamuğun Özbekistan için simgesel bir değer taşıdığını ve en önemli gelir kaynaklarından biri olduğunu belirtelim.
Okuyanlar bilir, yine o bölge ülkelerinden birinde, Devlet Başkanının her gece ve hiç konuşmadan ekrana baktığını, saatlerce öylece canlı yayında kaldığını, ahalinin de onu izlediğini gazeteler yazmıştı. Dünyada böylesi örnekler, hatırı sayılacak kadar çoktur. Böylesi tuhaflıklara şaşırmayanların başında, bu ve benzeri ülkelerde yaşayanlar gelir. Neden?
Her şeyden önce, bu bir karşılıklı kabullenmedir. Bu kabulleniş, her ülkenin kendine özgü koşullarına göre, değişiklik gösterir. Ama değişiklik göstermeyen tek şey, yönetenlerdeki güç zehirlenmesi, yönetilenlerde güce tapmanın bir yaşama biçimine dönüşmesidir. Bu başarıldığı zaman, artık orada demokratik hiçbir kavramın, söylemin, talebin ya da seçeneğin hükmü kalmaz.
Yönetici ne yaparsa doğrudur, haktır, ilahi bir niteliğe sahiptir. Yasalardan basına her türlü mekanizmanın tek görevi, bu algının yerleşmesi ve olağanlaştırılmasıdır. Muhalif olana şaşılır, yadırganır ve nihayet susturulması için, elden gelen yapılır. Öyle ya, ahali genel olarak halinden mutludur, hoşnuttur. Çünkü yalnızca demokratik ülkelere özgü olan, “yurttaşlık” diye bir sorunu kalmamıştır. Yurttaş olmanın hak ve sorumlulukları, ahalinin omuzlarından alınmıştır. Kuralları bil, buyruklara uy, verilenle yetin, yaşa git işte. Öyle ya, “Düşünen kafaya sinekler üşüşür, büyüklerimiz elbette bizden iyi düşünür.”
Bu algının yaşama biçimine dönüşmesi, insanın kendinden vaz geçmesi demektir. Bu vazgeçiş, bilimin, felsefenin, sanatın terk edilmesinden, özgür aklın dinamitlenmesinden, geleceğe dair sorumluluğu yok etmekten başka bir şey değildir. Geriye kalan tek şey, biat, icazet ve güce teslimiyettir. Böyle bir yaşam biçimini korumak için, her şey mubahtır. Güce karşı gelmek, kimsenin haddi değildir. Kadının sırtından sopa eksilmeyecek, çocuğun eti öğretmenin kemiği velisinin olacak, emir demiri kesecek, devletin kadife eldivenli eli başımızdan eksilmeyecek, sana dokunmayan yılan bin yaşayacak ve nihayet milli bütünlük ve ulviyet nutukları içinde, her koyun kendi bacağından asılacaktır. Yaşasın riya, yalan ve standart vertigosu!
Ama en önemlisi, şaşırmamayı öğretmektir. Koskoca adamların, yöneticinin elini öpmesi, ayakkabılarını giydirmesi, düğme iliklemekten ellerin nasırlaşıp, el etek öpmekten bellerin tutulması, makul ve malumdur. Bunca skandalın, katliamın, tarihe ve doğaya saygısızlığın hesabını sormak bir yana, hepsinin yazgıya bağlanması, çıt çıkarılmadan izlenmesi, ses çıkaranların da haddinin bildirilmesi, makbul ve mecburdur. O pamuklar, koparıldıkları yere yapıştırılacaktır.
“Yurttaşlık” ise, bütün bunları reddetmek, böyle gelmiş böyle gider diyenleri şaşırtmaktır. Demokrasilerde bunun bir göstergesi de seçimlerdir.
1 Kasımda kimseyi değil, ya kendimizi seçecek ya da kendimizden vazgeçeceğiz.