“Çetin kışlar ölümü andırır
Bahar ise ölüme bir darbe,
Yeniden doğuş
Ve tekrar varoluş…”
Baharın ilk günlerinde, ölümü düşünürken döküldü yukarıdaki dizeler usumdan… Gökyüzünün engin maviliklerinden aşağıya gözünü diken ve toprak ile üzerinde olan her şeyi uyandıran güneşe rağmen…
Aklıma; on yedi sene önce, ama Nisan ayının dördünde kaybedeceğimiz Tevfik Lav geldi ve sakin bakışlarıyla bir bağdaş kurdu yedek kulübemin önüne… Siyah, parlak kumaştan eşofmanları bolcaydı ve siyah pabuçları ile bütünleşiyordu. Neredeyse çim seviyesinden; ölçüleri, altmış sekize, yüz beş olan sahayı şöylece bir kokladı zarif ama etli burnuyla… Şakaklarındaki damarların hareketlerinden belliydi, içerisine doldurduğu oksijenin, beyninin en uç kıvrımlarına dahi ulaştığı… Beyaza boyalı demir kale direklerini süzdü boylu boyunca… Ardından, futbol toplarının, en fazla iç taraflarına çarpmaktan hoşlandığını iyi bildiği ipeğimsi ağlara takıldı bakışları… Her iki yönde de dikkatlice bir gözlem yaptı sanki kendince… Fıskiyelerle ıslatılan çimin kokusu boş tribünlere kadar yayılıyor, baharı bölgeye son damlasına dek indiren güneşin yansısı altında minik gökkuşakları oluşuyordu. Çizgiler yenice boyanmış, yeşil çimin üzerine işlenmiş kanaviçe hissi uyandırıyordu bakan gözlerinde… Belki de saatler sonra oynayacağı maçı, herkesten önce kendi kendine oynuyor, kim bilir, kazanıyordu zannımca! Ağzımı dahi açmamıştım ki, yüzünü kulübeye çevirdi. Göz göze geldik bir anda… Aynı ciddiyet ve sarışın tavrıyla, bakındı kulübenin koltuklarına, sağdan sola doğru. Anlamıştım; oyuncu değiştirecekti. Değiştirecekti de, mağluptu da, santrafor mu bakınıyordu? Yoksa galipti de, defansif orta saha mı? Belki de bir puana razıydı! İyi de, onun gözlerinden seyredilmiyordu ki, oynadığı maç… “Neden oturuyorsun? Neden kalkıp ısınmıyorsun?” sorularının karşısında, mıhlanıp kaldığım koltukta kalmam ne mümkün? Derhal kale arkasına doğru yürümeğe başladım hızlı adımlarla… Ve burnuma dolan ıslak çimen kokusuyla… Boş tribünlerin çıtı çıkmıyordu. Oysaki ben alkış mı bekliyordum? Yürümeye devam ettim, köşe gönderini döndüm ve kulübeye doğru uzadı göz bebeklerim. Karşı çaprazımda kalan tribündeki, ışıklı skor tabelası ilişti uzayan gözlerime; “Konyaspor 2–1 Çaykur Rizespor”. Demek ki kazanmıştı. Galip gelmişti son maçında... Peki, ya tribünler? Çıtları çıkmayan koltuklar ve merdivenler? Evet, ölüm sessizliği sarmıştı stadın dört bir çehresini ve O, son maçını kazanmıştı. Ne var ki, hayatının ölümle olan randevusunda galip gelemeyecekti. Bağdaşını kurduğu kulübenin önü mü? Çoktan terkedilmişti çim, çizgi ve ıslak çimen kokusu…
İki bin dört yılının, dördüncü ayının, dördüncü günü kaybettik Tevfik Lav’ı…
1959 yılının 11 Temmuz’unda merhaba demişti oysa dünyaya… Mersin’de dünyaya gelmiş ve sonra hayatı; O’nu, Tevfik Lav olarak bizlere tanıtacak Manisa’ya getirmişti. Asıl adı, Mehmet Tevfik Lav. Beden Eğitimi Meslek Yüksek Okulunu bitirmiş ve çok genç yaşta, teknik adamlık apoletini omuzlarına takmıştı. Henüz 32 yaşındayken Manisa’nın Alaşehir takımının başına geçti; yıl 1991… Sonra Turgutluspor, Ödemiş Belediyespor, Manisaspor, Bergama Belediyespor, Denizlispor, Soma Linyitspor, Siirt Jetpaspor, Gaziantepspor, Ankaragücü ve son olarak da Konyaspor ile çalıştı. En samimi arkadaşlarından, teknik adamlar camiası içerisinden, Mesut Bakkal ve Ersun Yanal… Eğer O’da yaşasaydı bugün, en az onlar kadar başarılı ve en az onlar kadar bilindik olacaktı. Ama O, şampiyonluk mücadelesini, meçhul sahalarda vermeyi tercih etti ve bugün aramızda sadece bedeni yok! Mücadelesiyle, şampiyonluk özlemi ve azmiyle dimağımızda yaşamaya devam ediyor.
Futbolumuzdan bir Tevfik Lav gerçeği geçti; Türk futboluna vermiş olduğu emeğin önünde saygıyla eğilerek, rahmetle…
Dipnot; “İnsan ne zaman ölür bilir misiniz; tembellikten, inançsızlıktan ve hayatı yaşamaya değer kılmayı becerememekten.” Bernard Shaw.