Cemal Süreya ikinci evliliğini Zuhal Hanım’la yapar. Her ikisinin de ikinci evliliğidir. Cemal Süreya, o sıralarda Ankara’da Maliye Tetkik Kurulu’nda görevlidir. Zuhal Hanım da İstanbul’da Sosyal Sigortalar Kurumu’nda çalışmaktadır. Evlendikten bir süre sonra Zuhal Hanım’ın ağır bir ameliyat geçirmesi gerekir. Cemal Süreya İstanbul’a gelir. Kadıköy Mühürdar’daki evlerinde oğlu Memo Emrah’la kalır. Zuhal Hanım sonu belki de felçle bitecek o ağır ameliyatı başarıyla atlatır, iyileşir, hastaneden çıkar.
Zuhal Hanım’ın hastanede kaldığı bu on üç gün boyunca, Cemal Süreya, her yerde, bulduğu her köşede oturur ona mektuplar yazar. Sonra ziyaret günleri onu görmeye gider, yazdığı mektupları yastığının altına koyar. Hastaneden çıkar çıkmaz da yeni bir mektuba başlar. Tam on üç gün sürer bu mektup yazma işi. Cemal Süreya’nın vefatından bir yıl sonra Zuhal Hanım mektupları Erdal Öz’e getirir. Tek bir kişiye sevgiyle yazılmış, aralıksız on üç gün boyunca yazılmış, bir çiçek gibi koklanmış, saklanmış, aslında tek bir mektup da sayılabilecek bu mektupları yayınlamak önce tedirgin eder Erdal Öz’ü. Sonra yayınlamaya karar verir ve 1990 yılında Can Yayınları’ndan çıkar Onüç Günün Mektupları…
“Zuhal’im, hayat! Hayatımsın. Bunu bilmeni isterim. En önce bunu bilmeni. Bir de şeyi bilmeni isterim: benden yanlış yere, yok yere kuşkulanıyorsun. Sana hiçbir zaman hayınlık etmedim ben. Edemem. Kaç yıldır evliyiz, yan yanayız. Hala başım dönüyor senlen, esrikim senlen, seviyorum seni. Her geçen gün daha büyük bir aşkla. N’olur, akkavakkızı, anla beni. Bu sevgimi hor görme. Kendininkine uydur, yakıştır. Bu satırları ilk evimizin altındaki kahvede yazıyorum. Ve ben seni o ilk günlerdekinden daha büyük bir tutkuyla seviyorum. Biz iki ayrı ırmak gibi ayrı yerlerden kopup geldik, kavuştuk bir noktada, yanı başımızdan küçük bir kol da alarak büyük bir nehir meydana getirdik; birlikte akıyoruz şimdi. Nicedir bu böyle, hep de böyle olacak. Denize dökülene, ölene dek.”
“İyi insanlardık. Ay sonlarında cebimizde para kalmıyordu. Sana mavi, ak çizgili bir süveter aldıydık. Sen bana lacivert bir pantolon diktiydin. Kıyamıyorum şimdi onu giymeye, eskimesinden korkuyorum. Seviyorum seni. Hava güneşli. Sen hastanedesin şimdi. Bense eski kahvemde oturmaktayım, cebimde iki paket sigara. Karşıda Haydarpaşa garı, gri bir ev ödevi gibi. Adamlar geçiyor, yüzsüz, gözsüz, gülüşsüz adamlar.”
………………………………
Ekşioğlu'nun büyük başarısı
…………………………..
İçinde hiciv, mizah, karikatür, deneme, eleştiri, söyleşi ve haberin bulunduğu New Yorker Dergisi, bu yıl 100 üncü yılını kutluyor. 21 Şubat 1925 tarihinde ilk sayısı yayımlanan New Yorker; mizahi dokunuşlarını hiç kaybetmeden, kurgu, deneme ve tartışmalar için de önemli bir mecra olarak kendini kanıtlamış bir yayın. Truman Capote, Ernest Hemingway, Vladimir Nabokov, Haruki Murakami, John Updike ve Stephen King gibi son yüzyılın önemli yazarları dergiye öykü ve denemeleriyle katkıda bulunanlar arasında. Derginin sözleşmeli ve sürekli kapak çizerleri arasında tek bir Türk sanatçı var: Gürbüz Doğan Ekşioğlu. Yeditepe Üniversitesi’nde öğretim üyeliği yapan Ekşioğlu, bugüne kadar 11 kez New Yorker Dergisi’ne kapak çizmiş, ayrıca Forbes, New York Times, Atlantic Monthly gibi yayınlara illüstrasyon yapmış bir sanatçı. Yirmi yedisi uluslararası olmak üzere yetmiş bir ödülü bulunan Gürbüz Doğan Ekşioğlu; yalın, çarpıcı ve zekâ ürünü çizgileriyle öne çıkıyor.
…………………………….
Değişimin ayak sesleri: ANTON ÇEHOV
On dokuzuncu yüzyıl insanoğlunun “mucize” yüzyılıdır. Sanayi Devrimi’nin gerçekleştiği bu yüzyıl; bilim, kültür ve sanattaki gelişmelerin ötesinde sermaye birikiminin yoğunlaştığı, kentlerin gezinti ve gösteri alanına dönüştüğü, pasajların ve vitrinlerin hayranlıkla seyredildiği, zenginliğin arttığı, buhar gücü, lokomotifler, motorlar, buharlı gemiler, aşılar, laboratuarlar, fotoğraf, telgraf, telefon, havagazı, dergi ve magazinlerin gündelik hayatın bir parçası haline geldiği, fabrikaların ve atölyelerin emek ve becerileri üretime dönüştürdüğü, yabancılaşmanın yoğunlaştığı bir yüzyıldır. Avrupa’daki bu olağanüstü gelişme ve değişmeler, üretim biçimindeki yenilikler Çarlık Rusya’sında da etkilerini duyumsatmaya başlar. Değişimin ayak seslerini duyan sanatçılardan biri de Anton Çehov’dur. Yaklaşan değişim ve dönüşümü 1895 yılında yazdığı Martı’da seyirciye yansıtır. Oyunda; eski kuşak geleneklere, alışkanlıklarına, yaşayış biçimine sımsıkı sarılırken; genç kuşak, aidiyet sorunları ve gelecek kaygısı ile boğuşmaktadır. Martı, bu ortamda yükselen maddi değerlerin dayattıkları karşısında aşkı, idealleri ve gelecek umutlarını yaşatmaya çalışan, taşraya sıkışmış bir ailenin varoluş mücadelesini ve yaşama tutunma çabasını, sanatla, edebiyat ve tiyatroyla yoğrulmuş bir atmosferde ele alır. İlk kez 17 Ekim 1896’da Moskova’da Alexandrinsky Tiyatrosu’nda Stravinsky’nin rejisiyle sahnelenir ve büyük başarı kazanır.
İzmir Devlet Tiyatrosu Mehmet Özgül’ün çevirdiği oyunu; Metin Oyman’ın rejisiyle Bornova Kültür Merkezi Bozkurt Kuruç Sahnesi’nde 19, 20, 21 ve 22 Şubat akşamı saat 20.00 de sergiliyor.
………………………………
Uykusuz Gecelerin Yazarı
Franz Kafka; dostu Gustav Janush’a “O korkunç, uykusuz geceler olmasa, hiç yazmazdım. Onlar beni yeniden karanlık yalnızlığıma çağırdılar. Belki bu uykusuzluk, büyük bir ölüm korkusunu da gizliyor. Belki korkuyorum, uykuda benden ayrılan ruhum bir daha geri dönmez diye. Belki uykusuzluk, apansız yargılanma olanağından korkan pek uyanık bir günah bilincidir yalnız. Belki uykusuzluğun kendisi günahtır. Belki de o, doğala karşı ayaklanmadır.” der.
Kemal Tahir yazılarını yazmak için gece üç gibi kalkar, öğlene kadar çalışır, sonra tekrar uyurdu. Akşamüzeri uyanınca, kendini ziyarete gelen dostlarıyla bir araya gelirdi. Bu yoğun çalışmaların sonunda “Devlet Ana” ortaya çıktı.
Ahmet Haşim tahtakurularının ısırmasından dolayı geceleri bir türlü uyuyamazdı: “Bu kesintili uykular sayesindedir ki, yıllardan beri geceleri kalkar lambamı yakar, masamın önüne geçer ve uykum yeniden gelinceye kadar okurum. Kitaplardan yararlanmamın belki yüzde kırkını, gecenin bu cana yakın böceklerine borçluyum. Piresiz Paris’te, uykularım birer siyah karabasana dönmüştü. Sabahları, gözlerimi anısız bir ölümden açıyor gibi olmuştum.”
Uykuyu tutturamayanlar: Henry Miller, Franz Kafka, Cahit Irgat, Cahit Sıtkı Tarancı, Marcel Proust, Charles Dickens, Alexandre Dumas, Ruyard Kipling, Eflatun ve Salah Birsel.
Sabah erken kalkanlar: Federico Fellini, Paul Cezanne, Immanuel Kant.
Gece çalışanlar: Reşat Nuri Güntekin, Kemal Tahir, Hulki Aktunç.
Öğleden sonra kestirenler: Henry Miller, İsmet İnönü, Vehbi Koç ve Winston Churchill.