Peki Do, Re; Mi, Fa adlarını kim buldu? 10 uncu yüzyılda yaşayan Milano’lu bir keşiş olan Guido Arrezo, notaları bir ilahinin her bir satırının ilk hecesinden aldı:  UTqueantlaxis, REsonarefibris, Mira gestorum, FAmulituorum, SOL ve poluti, LAbiireatum, Soncteİohannes…İtalya’daki Pompasa Manastırı’ndaki çocuklara ilahi öğretirken kolaylık olsun diye, ilk heceleri giderek tizleşen seslere uyarlamış. Buna Guido’nun Eli de denir. Bugün UT yerine do diyoruz, bunun çözümünü 17 inci yüzyılda yaşayan Barok besteci Giovanni Bononcini bulmuş,  ilahinin ilk satırını değiştirip yaradan/ yaratıcı anlamına gelen Dominus’la başlatmış.

Whatsapp Image 2025 02 05 At 10.43.21
Malum Beethoven’ın 9 senfonisi var. 10 uncu senfoniyi yapay zekâ besteleyecek deniyor ama şimdilik 9 senfoni. Bunların arasında Eroica, yani Kahramanlık Senfonisi olarak da bilinen 3. Senfoniyi- büyük bir coşkuyla ve özgürlük duygusuyla bestelediği bu dramatik anlatımlı eseri- Napolyon’a ithaf etmiş, Fazıl Say’ın notlarına göre de daha sonra Napolyon’un yaptıklarını görünce, ilk sayfadaki ithafını öyle bir öfkeyle yırtmış ki, alttaki tam 26 sayfada o çiziğin izleri görülmüş.

İLK KEŞFEDEN 

Ölür İse Ten Ölür, Canlar Ölesi Değil kitabında Haldun Taner Ahmet Hamdi Tanpınar için “Edebiyat ve mimariden sonra en çok sevdiği sanat müzik olduğu için, Türk romancıları içinde, müzikal yapı ve füg sanatı ile romanın yakın ilişkisini de ilk keşfeden o olmuştur.” der.

GİDEREK GELİŞİR 

Ece Ayhan, eserlerinde zaman zaman hayali bir bando kurar: Dinar Bandosu.
 Sanatçılardan oluşan bu bando giderek gelişir: Memet Fuat/ Maestro, Ece Ayhan/ İngiliz Kornosu, Cemal Süreya/Trampet, Yahya Kemal/ Kuyruklu Piyano ( Ya da Saksafon), Nilgün Marmara/ Tambur majör, Füruzan/Kastanyet, Bülent Ecevit/ Kontrbas, Lale Müldür/Harp, Enis Batur/ Trompet, Cezmi Ersöz/ Laterna, Küçük İskender/ Pikkolo, İsmet Özel/Ney, Sezai Karakoç/Kös, Haydar Ergülen/Viyolonsel, Gülseli İnal/ İkinci Keman, Cihat Burak/Tuba, Komet/Zil, Orhan Alkaya/ Yan Flüt, Sunay Akın/Ma
Saffet Nezihi’nin Zavallı Necdet romanının kahramanı Necdet Feridun, komşu köşkün kızı Meliha’ya âşık olur. Meliha’nın piyano çalacağı o akşam saatlerini, o dakikaları heyecanla bekler. “Bu akşam da Şopen’in, o meşhur musiki üstadının marş fönebrini çalmaya başlamıştı.” der.

Whatsapp Image 2025 02 05 At 10.43.20 (1)

EVLERDE MODA OLMUŞTUR

“Özel Hayatın Gizli Tarihi” adlı kitabın 19 uncu yüzyılı anlatan bölümünde Edmond de Goncourt piyanoyu “kadınların afyonu” olarak tanımlar. Piyano modası Fransa’da 1815 yılında başlar ve 1870 e kadar sürer. Bu süre içinde piyano çalmak, küçük burjuva çevrelerinde çok rağbet görür ve piyano çalmak demokratikleşir. Daha sonra bir yozlaşma ve avamlaşma dönemi yaşanır ve piyano çalmak da eski çekiciliğini yitirir. İstanbul’da da büyük konaklarda ve Erenköy köşklerinde piyano sesi sık sık duyulur, gün batımında köşklerin bahçelerinde kahkahalar yükselirken, piyano nağmeleri şenliğe eşlik eder. Sermet Muhtar Alus da “Masal Gibi” adlı anı kitabında; “büyük konakların hemen hepsinde, evin kızı 15-16 yaşına gelince hemen bir piyano alınır. En tercih edileni de “altın madalyalı” markadır. Bu marka Eleke isminde Fransız piyanosudur. İlla ki o alınacak.” diye yazar.

İZMİR’DE 2500 CİVARINDA PİYANO VARDIR 

Aristomenis Kaliviotis, YKY’den çıkan “İzmir Rumlarının Müziği” adlı kitabının bir yerinde, dünya çapında bir müzik mağazaları rehberi olan Paul De Wits’in Welt Adressbuch der Musik instrumenten İndustrie’sinde,1900 yılında İzmir’de 220 bin kişilik bir nüfus olduğundan ve piyano akordçuları ve onarımcılarıyla birlikte piyanoyla ilgili 15 mağaza bulunduğundan bahseder. John Vinoğlu’na göre de aynı yıllarda İzmir’de 2500 civarında piyano vardır.

İZMİR’İN BALKONLU EVLERİ

İzmir’in balkonları, merdivenleri,        kaldırımları neşelidir, şen şakraktır. Yaz akşamları balkonlardan kahkahalar, çatal kaşık şıkırtıları, mırıldanan şarkılar yükselir, tokuşturulan kadehlerin çınlaması yansır. Evlerin dış cepheleri de tüm Akdeniz’de olduğu gibi açık pastel renkleriyle, tüm        kenti dolaşır.
Bugün de böyle demek ne yazık ki mümkün değil. Yeni yapılan binalara baktığınızda gri, siyah, antrasit renkler dış cephede egemen. Balkonların yerini de “Fransız balkonlar” almış durumda. Artık neşe yok ve kahkaha sesleri yükselmiyor.
Evler, toplumsal hayatımızda başkalarının ölçülerine göre yaşadığımız yaşam alanlarından çıktıktan sonra, gelip “içine çekileceğimiz” ve kendimize göre yaşayacağımız, böyle olmasını umduğumuz bir iç mekân. Walter Benjamin Baudelaire’i ve çağını anlatırken burjuvazinin, kendi sınıfının kurduğu reel yaşam karşısındaki tek sığınağının “evi” olduğunu, kendi iç mekânının, yani interiorunun, her şeyi hızla yakıp değiştirmeye başlayan yeni toplumsal yaşamı uzaktan seyrettiği  “balkonu” olduğunu yazar.
Behçet Necatigil, çalışma odasının penceresinden görünen Beşiktaş Ihlamur’daki “Süslü Karakol” için bir oyun yazmıştı. “Süslü Karakol Durağı” adını verdiği bu radyo oyunu iç dünyasının yansıması olup, yaşadığı orta halli semtlere ve semtin içli yaşantısına ışık tutan bir oyundu.
1866 yılında Sultan Abdülaziz tarafından yaptırılan bu karakol,  resmi adının Aziziye Karakolu olmasına karşın, dış cephesindeki süslerden dolayı Süslü Karakol adıyla tanınmış, 1922 yılına kadar Jandarma Okulu olarak değerlendirilmiş ve uzun bir süre boş kaldıktan sonra, restoran ve kebapçı olarak kullanılmış.
Günümüzde gençler evden ve anne babalarından ayrılmak istemiyor. Ya hiç evlenmiyor, ya da çok geç evleniyorlar. Özellikle Japonya’da ve Avrupa’da giderek yaygınlaşan bu evde kalma isteği büyük ölçüde ekonomik nedenlere dayanmakla birlikte; metropolün, büyük kentlerin, ürkütücü ve kaotik ortamına, bilinemez yanına göre, “aşina olduğumuz hayattan” uzaklaşmamak olarak da değerlendirmek mümkün.
Umberto Eco, 1980 yılında bir ortaçağ polisiyesi yazmıştı: Gülün Adı. Bu eser Eco’nun ilk romanıydı. Tarikatlar, din adamları arasındaki çatışmalar, öldürülen bir rahip, sapkınlıklar, papa ve imparator arasındaki çekişmeler, 13 üncü yüzyıl İtalya’sının tarihi, ekonomik ve sosyal panoraması. 7 gün içinde işlenen cinayetler, öldürülen, zehirlenen rahipler ve cinayetleri aydınlatmak üzere manastıra gelen bir araştırmacı rahip. Umberto Eco’nun bu romanı çok ses getirince, altı yıl sonra sinemaya aktarıldı ve cinayetleri çözecek araştırmacı rahip rolünü de -ilk James Bond- Sean Connery oynadı. Filmi de, romanı kadar başarılı bulunmuştu. Umberto Eco’ya bu romanı yazma ilhamını veren, Torino yakınlarındaki Sacra Di San Michele Manastırı’ydı. Ama film burada çekilmedi.

Whatsapp Image 2025 02 05 At 10.43.20

MOBY DİCK YETİŞKİN ROMANI MI?

Moby Dick, kimi zaman çocuk kitabı, kimi zaman da yetişkinlere yönelik bir macera romanı olarak okuyucuya sunuldu. Moby Dick, kaptan Ahab ile beyaz balina Moby Dick arasındaki intikam içeren bir mücadelenin ötesinde, 19 uncu yüzyıl Amerikan toplumundaki büyük değişmeleri metaforik bir biçimde aktaran, gelişen toplumsal yapıya tepki duyan insani bir yaklaşımın ürünüydü. Sanayileşme, para kazanma hırsı, toplumda paraya dayanan saygınlık, emeğin hor görülmesi, orta kesimin sınıf atlama çabalarının yarattığı etik tahribatlar, çalışan kesimlerde edilgenleştirici, boyun eğici bir kimlik yaratıyordu. Hermann Melville yedi yıl balina gemilerinde ve açık denizlerde çalışmış bir deniz adamı olarak, kara yaşamını bu egemen yapının bir simgesi olarak görüyordu. Bu nedenle Melville; yanılsamalardan kurtularak içinde yaşadığımız toplumun iç yüzünü ve Kuzey Yarımküresi’ni anlamak için, açık denizlere çıkmak ve başka gökkürelerin altından bakmak gerekir der. Söylemek istediği “gündelik hayatın akışının dışına çıkmak, etiğin hükmedemediği farklı insan ilişkilerinin yaşandığı uzaklara gitmektir.
HHHH
Akdeniz’de her şey mümkün, her şey yasaksızdır demiş Moustaki. Akdeniz yasaksızdır evet, Hilmi Yavuz’a göre de Marmara kapalı ve muhafazakârdır.  Bizans’tan bu yana bir devlet denizidir Marmara. Osmanlı belki de biraz bundan dolayı sevmiştir Boğaz’ı, Haliç’i.  Denetlenebilir, iri baklalı zincirlerle kapatılabilir. Osmanlı büyük açık denizleri bilmedi, bilmek de istemedi. Açık denizlerde her şey olasıdır, izin verilmiştir her şeye. 
HHHH
Uzak yol kaptanı deneyimli bir dostum, “hemen hemen dünyanın bütün denizlerini, okyanuslarını dolaştım. Dünyanın en güzel denizi kesinlikle Akdeniz’dir”  demişti. Öyle ya, büyük uygarlıkların doğduğu, kültürü, tarihi ve doğal güzellikleri bakımından müthiş bir denizdir Akdeniz. Bu denizi tüm yönleriyle;  tarihi, ekonomisi, siyaseti ve insanıyla birlikte en iyi anlatan da Fernand Braudel’dir. Akdeniz adlı iki ciltlik kitabı İmge Yayınları’dan çıkmıştı.
HHHH
18 Nisan günü yazar Selçuk Altun’un doğum günüdür. Tam da o gün şair Oktay Rifat ölür. Yalnızlık Gittiğin Yerden Gelir adlı kitabında şöyle yazar Altun: “51 inci yaş günümde ülkenin gelmiş geçmiş en büyük şairi Oktay Rıfat 74 yaşında öldü. O akşam odama çekilip Vivaldi ve kırmızı şarap eşliğinde son yapıtı “Koca Bir Yaz” ın tümünü denize doğru ezbere okudum.” 
HHHH
“1916 yılından, 1919 yılına kadar bir kadına deli gibi âşık oldum. Bu kadın yazın adada otururdu. Ben de orada idim. Deli divane olmuştum. 1916 Sonbaharında Nişantaşı’ndaki evini düzenlemek için İstanbul’a iniyordu. Ben müthiş mustariptim. Artık vapur giderken iskeleden mendil sallamalar, ağlamalar… O gidinceye kadar Ada dopdolu idi, gider gitmez boşalıverdi.”
Âşık olan Yahya Kemal, âşık olduğu kadın da Nazım Hikmet’in annesi ressam Celile Hanımdır. Yahya Kemal aşkının adadan ayrılışını böyle anlatır. Mina Urgan da “Bir Dinozorun Anıları” kitabının dördüncü bölümünde bu aşktan şöyle söz ediyor: “Annem bir gün ona, “ne yazık, birbirinizi bir türlü sevemediniz” demiş. Yahya Kemal de “hayır, birbirimizi çok sevdik; ama aynı zamanda değil” diye yanıt vermiş. Ne var ki, şiirsel bir lâftan başka bir şey değildi bu: Celile Hanım onunla evlenebilmek için eşinden ayrılmıştı. Gelgelelim Yakup Kadri’nin dediği gibi, Yahya Kemal tam bir “küçük burjuva” gibi davranmış; aşkı uğruna kurulu düzeni hiçe sayan bu sanatçı kadınla birleşmeyi göze alamamıştı.”
 Bizim ölümü anlattığını düşündüğümüz ve öyle yorumladığımız “Sessiz Gemi” şiiri de bu adadan ayrılışı anlatır. “Artık demir almak günü gelmişse zamandan/ meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan…”