Şu geçmiş günlerde kaleme almaya çalıştığım “İzmir Sermayesi ve Kültür” başlıklı yazılar, bir kıpırdanmaya ucundan neden olsa da “bal gibi anlayıp” anlamazdan gelenleri de hoş görmeye çalışıyorum.

Zira burası İzmir… Tüm kültürlerin harmanlandığı ama bazı yanlış anlayışların da iki asırdır devam ettiği kent. Yanlış anlayışlar zenginlerde “işlerine” geldiği için orta halli ve fukaralarda ise “cami imamı” öyle söylediği için ne yazık ki.

Yazdım, yazacağım daha… Söyledim, söyleyeceğim soluğum çıktıkça. Bazıları kızsa da tepinse de ardımdan bağırıp çağırıp kahpece yalanlar üretse de ben İzmirliyim, bazılarının “gazetecilik yazarlık” saydığı “oynaklığı” yapmam… Hele bu yaşta, bu kadar kahır ve tasa yüklüyken yaparsam yuh olsun bana.

Bugün 10 Ağustos…

Hani bir asır önce bir anlaşma dayatılmıştı ölüm döşeğindeki Osmanlı’ya?

Hani Osmanlı’nın içindeki sözde bazı devlet adamları da “onursuzluğu” yaşam hakkı zannedip arsızca basmışlardı imzalarını?

Hatırladınız mı? Adına “Sevr” dedikleri paçavra!

Hani ebedi önder Mustafa Kemal’in 1921’de bir yabancı gazeteciye “Siyasi, adli, iktisadi ve mali bağımsızlığımızı imhaya ve sonuç olarak yaşama hakkımızı inkâr ve ortadan kaldırmaya yönelik olan Sevr Antlaşması bizce mevcut değildir” dediği anlaşma?

Şimdilerde fazlaca düşünüyorum. Fazlaca düşündüğümü gören eşim ve dostlarım bana “zorluyorsun beynini” diye uyarı yapıyorlar ama ne edeyim ki, yüreğimle beynim anlaşmış bir kere. Sorduğum sorulara cevap bulamıyorum, bulduklarımı da şöyle bir meydana çıkıp haykıramıyorum.

Sevr bir teslimiyetti. Koca Osmanlı, son “aydınlanma” adına kapkaranlık bir sömürünün çukuruna düşmüştü. İngilizleri ve cümle emperyalistleri suçluyoruz ama hiç mi “içeridekilerin” suçu günahı yoktu? Bir yandan beş vakit namaz kılıp oruç tutup ama camiada “İngilizci” ya da “Almancı” veya “Rusçu” paşaların, devlet görevlilerinin hiç mi suçu yoktu? Onca rüşveti ve devletini satmayı “adamlık” sayanların saltanat kurdukları İstanbul’da, hangi fakir fukaralığa çare bulduklarını ne yazık ki araştırmamış araştırmacılar, anlı şanlı tarihçiler. Rumeli demiryolları yapılırken devleti, devlet içindekilerle “söğüşleyen” Mösyö Baron Hirş’i de unuttuk gitti işte…

Sevr’in Orta Anadolu’ya sıkıştırmaya çalıştığı, Anadolu’yu parça parça ham yaptığı gerçeğini unutup hayali “Osmanlıcılık” yapanların gerçek dertleri nedir acaba? 100 yıl sonra yeniden ama farklı bir şekilde emperyalizmle dirsek temasına geçmiş birileri olabilir mi?

Ya İzmir?

O dillere destan zenginliğini, çok kültürlü, çok dinli, çok renkli hayatının ardında neler gizledi acaba? Çaka Bey ile başlayan Türk yerleşiminde, o yamaçlarda acaba nasıl hayatlar kimler tarafından yönlendiriliyor, kontrol ediliyordu?

İzmir’in tarihi de Türkiye tarihi de bir yığın martavalla dolu. Sıkıştığımızda avaz avaz söylediğimiz bir takım türkü ya da marşlarla resmen kendimizi kandırıyoruz. Lakin oynanan öyle bir oyun icat edilmiş ki…

Yukarı mahallelerde doğumdan başlayan fukara hayatlar, illaki bir yol ayrımına geliyordu. O yol ayrımında, bir taraf “ak” bir taraf “karaydı” ama kara olan “ak”, ak olan “karaydı” aslında. Türlü yokluklarla bir yaşa gelmiş olan genç, ya “yoklukların” sorgulamasını yapacaktı ya da sorgulamayı falan bırakıp zenginliğin adımlarını atacaktı. O zenginliğin bedeli yüksekti, kimlik kaybıydı, ruh kaybıydı. Yukarıdan “kaybederek” inen genç, bir daha yamaçlara bakmadı ama belki tarihe de geçti. Ama bakmadığı yamaçlar, yok saydığı yukarı mahallesi inadına durdu, eğilse de yıkılmadı.

Sorum belli aslında, anladınız mutlaka. İzmir’de nasıl bir “kader düzeni” var ki, her şey “aşağı mahalle” için hazırlanmış? Okul, hastane, çarşı, iş yerleri, eğlence yerleri hep “aşağıda”

Yukarıya en yakın çarşı Kemeraltı mesela, ama onun da yıllar içinde “canına okuduk”, çene suyu çorbadan başka bir iş yapmıyoruz. Üstelik son zamanlarda da köklerini unutan bazı “aşağı mahalle zevatı” Kemeraltı’nı aşağılayıp şu Balçova’da yapılan iğrenç ötesi, eski titanların kalelerine benzer beton yığınını utanmadan, yüzsüzce Kemeraltı ile mukayese ediyormuş, geliyor kulağıma. Hani bunu diyenlere içimden “ya dedenin kemiklerini sızlatıyorsun be hey ruhsuz” diye bağırasım var inanın! Yıllar önce Bornova’da, üniversite arazisine “konan” sözde “antik çağ kurumu” adlı AVM için de aynı yağcılığı yapan komprador, ruhu kiralık bazı tipler, şimdi de Balçova’daki rüzgâr kesici beton kazulet için aynı teraneyi savunuyor!

Anafartalar, Eşrefpaşa, İkiçeşmelik ve onca “yukarı mahalle” evleri, yolları anlaşılan o ki, bu komprador kafalı tiplerin, aşağı mahalleye borçları yüzünden daha iki yüz yıl ilgi göremeyecek.

Bir bilseniz nasıl istiyorum o dediğim yokuştan aşağı yürüteyim sizi. Vali, başkan, tüccarların sanayicilerin esnafın başkanları, milletvekilleri, basın mensupları falan… Bir görsünler “ihanetin” büyüğünü. Belki o zaman anlarlar Başkan Tunç Soyer’in o mahallelere koyduğu havuzların anlamını. Oysa o havuzları oralara, dedeleri o mahallelerde doğup büyümüşler koymalıydı. Lakin dedesinin doğdu evi perişan halde bırakanlardan böylesine manalı bir iş nasıl beklenir değil mi? Onlar ne de olsa Sporting Club terasında doğmuşlar (!)

Fakat size bir haberim var, hiç ummadığım bir “iş insanı”, üstelik öyle dedesi falan da İzmir’de doğmayan bir iş insanı, bizzat yüzüme söyledi geçen hafta. Çok yakında o “yokuştan” hiç tahmin edemeyeceğiniz “ünlü” bir insanı indireceğim yürüyerek. Sonra Orhan Beşikçi ile Altınpark’ta çay içeceğiz. Anafartalar’dan Kemeraltı’na gireceğiz.

Dostlar haftaya bu satırlarla girdik. Ama bilin ki yüreğimdeki isyan büyüyor. Ben kopmamaya uğraşırken köklerimden, bana kopma karşılığı edilen tekliflerden de iğreniyorum. Siz siz olun, gördüğünüze aldanmayın, duyduğunuza inanmayın!

Bize Sevr paçavrasını yırttıran ebedi şef Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü, hasret, minnet ve mahcubiyetle anmaya devam ediyorum.

***

GENÇLİK GELECEKTİR

Geçtiğimiz mart ayında açılmıştı yanılmıyorsam. Yağmurlu bir gündü, Vali Yavuz Selim Köşger, Başkan Tunç Soyer, Başkan Abdül Batur hep oradaydı. Ben de oradaydım…

Ayaküstü hem Başkan Soyer ile hem de Konak başkanı Batur’la söyleştim. Sevgili Eser Atak, Funda Erkal, Sergenç İneler, Muzaffer Tunçağ, Abdülaziz Ediz, Necip Kalkan, Kemeraltı Başkanı Semih Girgin de vardı.

Sonra Vali Yavuz Köşger geldi, karşılama oldu. Ben çekildim bir köşeye, her zaman yaptığım gibi uzaktan gözlemeye başladım ortamı. Açılan bina “Unesco Ofisi” idi. Yukarı mahallenin eski İzmir evlerinden birini onarmıştı Büyükşehir Belediyesi. Aslına döndürmüşlerdi ki kutlamak lazım Eser Atak ve ekibini. Titiz çalışmışlardı doğrusu. Vali de Başkan da pek memnun oldular.

Neydi ki bu “Unesco Ofisi”? Ne yapacaktı, neyi kim yapacaktı?

Uzun uzun anlatmam lazım, lakin girin internete siz araştırın. Çünkü size ben başka bir anlatım yapacağım.

Unesco Ofisi, İzmir Tarihi Kent Merkezi’nin, UNESCO Dünya Miras Listesi’ne eklenmesi için çabalıyor kısaca. İzmir Tarihi Liman Kenti Alan Başkanlığı da bu amaçla kurulmuş. Başında Kültür eski Müdürü Abdülaziz Ediz var. Babacan tavırlarıyla, İzmir-Ankara arasında mekik dokuyor adeta. Şimdi doğruya doğru, öyle bir proje ki bu, Kültür Bakanlığı’ndan İzmir Valiliği’ne, İzmir Büyükşehir Belediyesi’nden Konak Belediyesi’ne, Tarkem’den Kalkınma Ajansı’na, olması gereken herkes var yani. Ben şahsen sevdim bu projeyi. Ama asıl sempati duymamın nedeni, bu işin kalbinin, en az iki asırdır kaderine terkedilmiş “arka” ya da “yukarı mahalle” oluşu. Bu işin üssünün ise eski bir Türk ve İzmir evinin seçilmesi muhteşem bir duygu benim için. Bu evin iki adım ötesinde ise yine bir eski Türk İzmir evinde İzmir Büyükşehir Belediyesi “Tarihsel Çevre Ve Kültür Varlıkları Şube Müdürlüğü” bulunuyor. Yeni oluşturulan ve başına Funda Erkal Öztürk’ün atandığı “Kent Tarihi ve Tanıtımı Daire Başkanlığı da” aynı binada hizmet veriyor. Yani “Yukarı İzmir” sessizce fark edildi, emin adımlarla projeler hazırlanıyor.

Ama…

Ama daha müthiş bir ayrıntı var. Deneyimli Kültür insanı Abdülaziz Ediz’in ekibi çok genç. Geçenlerde sevgili Sergenç İneler’in davetine icabetle gittim Unesco Ofisi’ne. Yukarı katta bir odada bir masa çevresinde bir grup aydınlık yüzlü gençle karşılaştım. Uzman mimar, şehir plancısı, sosyolog, uzman tarihçi, restorasyon uzmanı gençler… Harıl harıl İzmir’in Unesco listesine daimi eklenmesi için çalışıyorlar. Bir de sunum hazırlamışlar ki, kolay anlaşılır, amacını vurgular ve irade havasında. Valilik, Kültür Müdürlüğü, Tarkem, Belediye, Kalkınma Ajansı da birer ikişer temsilci vermiş. Vali Köşger ile Büyükşehir Belediye Başkanı Soyer, Konak Belediye Başkanı Batur yakın ilgilerini esirgemiyorlar buradan. Vali Bey sürekli yüz yüze bilgi alıyormuş.

Burada Abdülaziz Ediz’in kulaklarını çınlatmam lazım. Esirgemeden deneyimlerini gençlerle paylaşan, kibir yapmayan insanların azaldığını düşünürsek, Abdülaziz Bey’i kutlamak lazım.

Türkiye’de ciddi bir fikri değişim şart. Genç nüfusumuzun, uygulanan abuk sabuk politikalar, kibir ve bencillik yüzünden ülkelerini bırakıp gitme isteklerini de düşününce İzmir’de bu modelin değeri daha kolay anlaşılıyor. Anlamayanların anlamasını da beklemiyorum, zira onlar kibir çukurunda debelenen zavallı beyinler işte.

Gerek Unesco Ofisi’nde gerekse de Tarihsel Çevre Müdürlüğü’ndeki genç arkadaşlarımla gurur duydum. İçimizi karartan saçma söylemler yerine, gençlerin düşüncelerini dinlemek akıl sağlığımız açısından daha yararlı bence.

***

ALTINCISI HADDİNİ BİLMEKTİR…

Adına ister “mülteci” ister “göçmen” isterseniz “sığınmacı” desinler, İzmir’de kulaklarım artık saçma sapan olayları duymaktan duymaz hale gelecek. Benim duyduklarımı, gördüklerimi erkân-ı devlet mutlaka duyuyor duymasına da, artık ciddi adımların atılması zorunlu. Yarın bir yerlerde nahoş hadiseler olursa, ben de buradan yazarım. Can korkusuyla gelen insanlara kimsenin kötülük yapmasına eyvallah diyemem. Lakin bu insanların da ülkemize gelme nedenlerini unutmamaları gerekir. Bilmem anlatabildim mi sevgili devletim?

Eskiler ne derdi: “İslam’ın şartı beş, altıncısı haddini bilmek”.