99. yılı biterken, 100. Yılı’na girmeye yedi gün kalmışken, 9 Eylül üstüne bir yazıya oturmak… Tümceyi sonlandırmadan klavyeden uzaklaşıp, yazdıklarımı okudum. Tarihi yaşamak mı, tanıklık mı, işte o neyse, ben de biz de onu yaşıyoruz. Gelecek kuşaklar bizden, “9 Eylül’ün 100. Yılı’nı yaşamış insanlar” diye söz edecek. Bir de 200. Yılını kutlayacak olanları düşününce, insan gerçekten bir garip oluyor. O yıl kutlamaların nasıl yapılacağını düşünürken, Jul Verne gibi düşler görüp, teknolojinin kim bilir ne hale getireceği bir dünyada çocuklarımızın neler yapacağını kestirmeye çalışmadan duramıyorum. Ama mesele, kutlamaların nasıl olacağından çok daha büyük, derin, geniş anlamlar taşıyor. Tıpkı bizim geçmiş 100 yıla baktığımız gibi, o kuşaklar da geçmiş 2 yüzyıla yani bizlere bakacak. O anlamın kapısını açmak, bence önce bunu bilmekten ve içselleştirmekten geçiyor. Konuya geçmeden önce, yazmadan olmaz bir “vaka”ya dair iki çift laf etmek, tarihe bırakmak gerek.
İsmail Kahraman denen bir zat ki milletvekili, bakan olmuş, Büyük Millet Meclisi Başkanlığı yapmış -başka ne üretmiş, hangi vasıfla memlekete ne kazandırmış bilmiyorum- tuhaf ve saçma bir beyanda bulundu. Mealen kentlerin kurtuluş günlerinin kutlanmasını reddettiğini, zaten tek kurşun atılmadığını, gelenlerin istediklerini alıp gittiğini, kutlanacaksa fetihlerin kutlanması gerektiğini söyledi. Belleğimi zorluyorum, geçmiş yıllarda Kültür Bakanı olarak protokol zorlamasıyla Uluslararası Aspendos Festivali’nde, “İnsan kafasını kaldırıp bir saniye sahneye bakmadan bir baleyi nasıl izler?” sorusuna ibretlik örnek sunduğunu anımsıyorum. Kişisel tarihini bilenler, 6 Filo muhabbetinden başlayıp, hiç de övünülesi şeyler anlatmıyor. Sonrasına bakarsak, zat-ı muhterem adına biz de hiç olumlu şeyler anımsamıyoruz.
Ama ben muhtereme bir kere daha aferin diyor, kalbi teşekkürlerimi sunuyor, kızanları da hiç anlamıyorum. Gayet tutarlı, iç mantığı sarih, algılanması kolay kelam etmiş. Bir şeriatçı savunduklarının temsilcisi sisteme, o sistemin yanaştığı emperyalistler ile iç-dış işbirlikçilerine karşı verilmiş savaşı ve sonuçlarını benimseyebilir mi?
Osmanlı aidiyetini koruyan, kul, ümmet meftunu biri, nasıl olur da kuldan yurttaş, ümmetten ulus ve çağdaş toplum yaratan, bunun için bilimi, aklı, hele ki laikliği temel edinen bir Cumhuriyeti benimseyebilir mi? Ve bütün bunlardan sonra, bu serüvenin nöbetleri olan kentlerin kurtuluşunu kutlayabilir mi? Keşke herkes muhterem kadar tutarlı olsa. Uzatmak istemiyorum, bizim daha ciddi işlerimiz vardır. Ama birkaç sorum olacak: acaba dedeleri “Kahraman” soyadını niye seçmiş ve bugün niye kullanıyor? İşlerine geldiği zaman “Gazi” dedikleri o Meclis, acaba bu nitelemeyi gerçekte ne olmuş da almış? Tarihin gerçeği olan ama bugün savunulması emperyalist saldırganlıktan başka anlam taşımayan fetihleri özlemek ya da malzemeye dönüştürmek de neyin nesidir? Evet, yeterince hurufat harcadım. Konuya dönelim.
Başka kutlamalara benzemez, yaşayanlar adına tarihsel, yaşananlar adına harika bir zihin-tutum-eylem fırsatı ve sorumluluğu veren gündür 9 Eylül. Çatlasan da patlasan da, olağanüstü kurtuluş mücadelesinin, “Biz görevimizi yaptık, sıra sizlerde” diyenlerin yazdığı kuruluş ve Türkiye Cumhuriyeti öyküsünün simgesidir İzmir. Ona dair edilmiş ve edilecek her söz, girişilecek her eylem ve iş, yalnızca bir kente değil bir ülkeye aittir. Çünkü ekonomiden moderniteye, yaşam algısından doğaya ve yeryüzüne bakışa, laiklikten demokratik tutuma, bir idol, turnusol ve ölçüt kenttir İzmir. İkide bir dil uzatılmasının nedeni de budur. Memleketin en ücra yerinde “İzmir dağlarında çiçek açar…” diye türküye durmak, neden söyleyenler için umudun, yukarıda andığımız muhterem gibilerin diş gıcırdatma gerekçesidir?
Hamasetten de, küçük görenlerden de zerre kadar hoşlanmadığımı, en azından bu köşenin okurları iyi bilir. Söylenmeye çalışılan şudur. İlk paragrafta çizdiğim perspektif doğrultusunda, 100. Yılımızı doğru dürüst çalışmakla, kentin yorgunluklarını yılgınlıklarını, ihmal ve ertelemelerle hırpalanmışlığını gidermekle sorumluyuz. Bu yıl, pek çok yerden 9 Eylül’ün 100. Yılı’na dair yazmam istendi. Gereğini yapmaya çalışırken, hep bu sorumluluğu da anımsatmaya çalıştım. Bundan bıkmayacağız kuşkusuz. “Sen İzmir dersin iki hece / Ben saygıyla ayağa kalkarım” dizelerini, laf olsun beri gelsin diye yazmış olabilir miyim?