Bundan dört-beş yıl önceydi yanılmıyorsam… İzmir Vali Yardımcısı Uğur Kolsuz, TARKEM Genel Müdürü Sergenç İneler ile tanışmamı istemişti. ‘’Çok farklı bir genç, çok çalışkan bir arkadaş. Bizim okuldan…’’ demişti
Uğur Kolsuz, kardeş bildiğim, entelektüel bir bürokrat. Milli Kütüphanenin müdavimlerindendi. O diyorsa, sözüne uyup hemen gidip tanışmalıydım sayın İneler’le. Saint Joseph ve ODTÜ’de okumuş. Felsefe eğitimi görmüş Avrupa Birliği projelerinde eğitmen olarak görev yapmış, Türk Ulusal Ajansı’nın kuruluşuna katkıda bulunmuş, Dünya Bankası Japon Sosyal Gelişim Fonu’nda yöneticilik yapmış, bir tütün şirketinde üst düzey yöneticilik yapmış. Yerinde duramayan, ateş parçası gibi biri… İyi ki tanıdım onu. Bir gün 102 yaşında köy enstitüsü mezunu dedesi olduğunu söyleyince gün sektirmeden hemen Şaban öğretmenin evinin yolunu tuttum.
Sergenç’in daha oturaklısı… Belli ki o da yıllar öncesinin hiperaktif bir öğretmeni… Kamburu cumburu olmayan, beyazlaşmış ama hâlâ gençliğindeki gibi saçları yerinde olan, konuşmasında peltekliği bulunmayan bir başka ateş parçası sayın Yaylalı. Sergenç, dedesinin genlerini taşıyor gibi…
CUMHURİYET BALOLARI
EĞİT-DER İzmir Şubesi, 90’lı yılların ortalarında her 17 Nisan’da Merkez Öğretmenevi’nde Cumhuriyet Baloları düzenler, biz de ailece o balolarda yer alırdık; annem, babam, eşim, ben ve kızım… Yer içer, keyifli dakikalar yaşardık. En çok davetiye satanlardan biri olmam nedeniyle ben de aktif görevler üstlenirdim o gecelerde.
17 Nisanlarda, bizden önceki kuşağın öğretmenleriyle buluşmaktan haz alıyordum. O gecelerden bende kalan hiç unutamadığım anı ise babamın enstitülü öğretmenlerle sahneye çıkıp coşkuyla ‘Ziraat Marşı’nı söylemesi, sonrasında ise annemle piste çıkıp ‘Harmandalı’ oynamasıydı. Oysa babam enstitülü değildi. Ziraat Marşı’nı nereden biliyordu ki… Doğrusu bu ya, bunu öğrenmek için hiç çaba harcamadım. Şimdi çok pişmanım o ihmalkarlığım için…
Ütüyü, buzdolabını, çamaşır makinesini tamir eder, arabamız bozulduğunda arızasını bulup düzeltir, çok güzel el yazısıyla yazar, her yemeği yapar, eve en az iki gazete alır, oturduğumuz her evin bahçesini cennete çevirir, becerikli mi becerikli biriydi babam. Enstitü ruhlu bir adamdı. Keşke okuyabilseymiş… Kendi çabasıyla 1966’da ilkokul diplomasını almış, bununla yetinmemiş, ardından da ortaokul diplomasını almıştı. Türü ne olursa olsun elinden kitap ve gazete düşmeyen biriydi.
102 yaşındaki Şaban Yaylalı da bugün ilerlemiş yaşına karşın ‘Ziraat Marşı’nı coşkuyla okuyanlardan… 1941 yılında İstanbul/ Halkalı Ziraat Mektebi’nden mezun olmuş.
Tarım Bakanlığı’nda mecburi hizmet nedeniyle Teknik Ziraat Öğretmeni olarak göreve başlamış, ardından Milli Eğitim Bakanlığı’na geçmiş, Kayseri/ Pazarönü Köy Enstitüsü, Savaştepe Köy Enstitüsü ve Manisa Kız Öğretmen Okulu’nda öğretmenlik yapmış bir mübadil çocuğu! Öğrencilerine modern tarımı anlatmış, Cumhuriyetle birlikte ülkede başlayan kalkınma seferberliğinde görev alıp çiftçiyi / köylüyü eğitmiş.
KÖY OKULLARININ KAPANMASI
İlerlemiş yaşına karşın bugün diyor ki, “Köy enstitüleri kapanmasaydı bugün eğitim çok ileri bir düzeye erişirdi ve bu yönetim iş başında olmazdı.’’
Köylerdeki (mahallelerdeki) okulların kapanması da çok yaralıyor Şaban öğretmeni. Karda kışta küçücük çocukların evlerinden alınıp şehir merkezlerindeki okullara götürülmelerini, yollarda zebil olmalarını içine hiç sindiremiyor. Ona göre köyde dört çocuk da olsa okul açık olmalı, köyün öğretmeni olmalı… Pazartesi ve cuma günleri okullarda bayrağın göndere çekilmesi ve indirilmesi, ulusal bayramların köylüyle birlikte kutlanması gerektiğine inanıyor.
“İktidar sahipleri, kırsalda yaşayanların cahil bırakılması için ellerinden geleni yapıyorlara benziyor” diyor.
Bugün, emekliye ayrılmış olan eczacı kızı Özden İneler ile birlikte yaşayan Şaban öğretmen, dimdik duruşundan ve düzgün konuşmasından bir şey kaybetmiş değil. Davet edildiği ortamlarda çatır çatır konuşmasını sürdürüyor. Gözlerindeki sarı nokta nedeniyle görme zorluğu çekiyor sadece. Her sabah evlerinin önünde düzenli yürüyüş yapmayı da ihmal etmiyor. Zaman zaman öğrencileriyle buluşuyor, kızı ve torunlarıyla mutlu mesut yaşamını sürdürüyor.
‘BEN SIFIR OLURDUM’
1922 yılında soğuk bir kış gününde Selanik’e bağlı Koçana köyünde doğmuş. 4 erkek 1 kız kardeşler… Ataları, Fatih Sultan Mehmet zamanında Konya’dan Rumeli’ye gönderilenlerden…
Dedesi, ticaretle uğraşan biri… 1924’te ailesiyle birlikte Türkiye’ye göç etmişler. İlkokulu Tekirdağ Namık Kemal İlkokulu’nda, ortaokulu Tekirdağ Ortaokulu’nda, liseyi de İstanbul/ Halkalı Ziraat Mektebi’nde okumuş. Soyadının ‘Yaylalı’ olması ortaokul son sınıfta…
Ziraat Mektebi’ni bitirdikten sonra Turhal Şeker Fabrikası’nda çalışmış. Sonrasında üç yıl askerlik yapıyor. İkinci Paylaşım Savaşı yıllarında…
İlk işi Manisa ili / Salihli ilçesi/ Adala kasabası Teknik Ziraat Öğretmenliği…
Bugün en çok üzüldüğü konu, yeni kuşakların yeterince Atatürkçü yetiştirilmemiş olması…
‘’Cumhuriyet olmasa ben sıfır olurdum’’ diyor. Adala’da üç yıl kalıyor ve Akviranlı (Salihlili) bir öğretmenle evleniyor. Eşiyle bakanlıklarının farklı olması ileride sorun yaratır düşüncesiyle tarım öğretmeni olarak milli eğitim bakanlığına geçiyor.
‘’Köy enstitüleri, cehaleti ortadan kaldırmak, köylüyü aydınlığa kavuşturmak/ köylüyü geliştirmek için açılmış aydınlık yuvalarıydı. Enstitülerin malzemesi köydü. Öğrencisi köyden geliyordu. Değil şehirlerden, nahiyelerden bile öğrenci almıyordu. Onu yetiştirip tekrar köye gönderiyordu.’’
Şaban Yaylalı, 1952’den 1971’e kadar Savaştepe’de kalmış. Abimin kayınpederi de (Rahmi amca) tarım öğretmeniydi ve Şaban Yaylalı ile aynı okulda çalışmışlar. Rahmi amca, 4 kişilik Erdoğan ailesinin en farklı olanıydı. Onu çok sevmiştik. Bugün Şaban öğretmenin çocuklara/ gençlere mesajı şu: Atatürk’ün Nutuk’unu mutlaka okuyun!
Atatürk’ün İstanbul’daki cenaze törenine katılmış. O günü anımsayınca bugün bile gözyaşlarını tutamıyor.
‘’Enstitüler yaz tatillerinde bile kapanmıyordu, değil mi hocam‘’ diye sordum. ‘’Okullar tatile girmezdi. Sınıflarını geçseler de öğrenciler okulda kalır, okulun işlerini görürler. İnşaat varsa inşaatta çalışırlar, meyvelerde hasat varsa hasatta kalırlar ya da atölyede yapım çalışması varsa atölyede kalırlar, çalışırlardı. Enstitüler, insanı hayata hazırlardı. Bu arada kurslar açılır, 45 gün sürerdi’’ oldu yanıtı.
NEYDİ KÖY ENSTİTÜLERİ?
17 Nisan 1940 tarih ve 3803 sayılı yasa ile açılan, ilkokul öğretmeni yetiştiren okullar…
İş ve eğitimi birleştirme düşüncesine dayalı bir eğitim politikasına sahip. Enstitülerin görevi, sadece köy öğretmeni yetiştirmek değil, öğretmenle birlikte sağlık görevlileri, teknisyenler gibi meslek elemanları yetiştirmekti. Toplam 21 enstitü açılmıştı. Türkiye’nin bu okullara şiddetle ihtiyacı vardı. Çünkü Cumhuriyetin kurulduğu ilk yıllarda okuma yazma oranı yüzde 5’i bile geçmiyordu. Nüfusun da yüzde 80’i köylerde yaşıyordu. Bu nedenle tren yollarına yakın yerlerde ve tarıma elverişli bölgelerde kuruldu. Derslerin yarısı temel örgün eğitim diğer yarısı ise uygulamalı eğitim konularıydı.
Düşünebiliyor musunuz, 1940-46 arasında 15 bin dönüm tarla tarıma elverişli hale getiriliyor. Aynı dönemde 750 bin yeni fidan dikiliyor. 150 büyük inşaat, 60 işlik, 210 öğretmen evi, 20 uygulama okulu, 36 ambar ve depo, 48 ahır ve samanlık, 3 balıkhane ve 100 kilometre yol yapılıyor. Köy enstitüleri, Cumhuriyetin karakterine uygun öğrenciler yetiştiren, insanı geliştiren okullar… Şaban Yaylalı da o eğitimin ülkemize kazandırdığı bir değer!
Enstitülüler, davası olan insanlar! Güzel insanlar… Şaban öğretmen, onların son temsilcilerinden!