Bir çift güvercin havalansa
  Yanık yanık koksa karanfil
  Değil bu anılacak şey değil
  Apansız geliyor aklıma
 
 Nerdeyse gün doğacaktı
  Herkes gibi kalkacaktınız
  Belki daha uykunuz da vardı
  Geceniz geliyor aklıma
 
 Sevdiğim çiçek adları gibi
  Sevdiğim sokak adları gibi
  Bütün sevdiklerimin adları gibi
  Adınız geliyor aklıma
 
 Rahat döşeklerin utanması bundan
  Öpüşürken o dalgınlık bundan
  Tel örgünün deliğinde buluşan
  Parmaklarınız geliyor aklıma
 
 Nice aşklar arkadaşlıklar gördüm
  Kahramanlıklar gördüm tarihte
  Çağımıza yakışan vakur sade
  Davranışınız geliyor aklıma
 
 Bir çift güvercin havalansa
  Yanık yanık koksa karanfil
  Değil, unutulur şey değil
  Çaresiz geliyor aklıma
  (Melih Cevdet Anday)
 
 Bu, Dünya çapındaki “Anı” şiirini, İbrahim Ergin’le birlikte keşfettik. Kol kola yürürken, dirseklerimizi masaya dayamış söyleşirken, hatta İbrahim araba kullanırken de okurduk bu şiiri. Bir dörtlük o, bir dörtlük ben.
 Ama bu evrensel şiir konusunda benim kafada taşları yerine oturtan, TRT’nin düşürdüğü “Taş”lardan biri oldu. Anımsayın: Şaban Karataş, Nevzat Yalçıntaş, Cengiz Taşer… TRT’nin başına getirilip sonra oradan alındılar. Doktorasını “Horoz İbiği” konusunda yapmış olmasıyla tanınan Şaban Karataş, “TRT'de 500 Gün” adlı kitap yayınlandı. O dönemin tümünde ben de TRT’de çalıştığım için, ilgilendim: “Ne yazıyor olabilir ki?” dediğim halde, edinip baktım. Beynimde şimşek çaktıran cümlesi şu oldu:
 “Komünist Rosenberg’ler için yazılmış 'ANI' şiirini kitabına almış olan bir adama ( bu 'adam' İsmail Cem oluyor) TRT Genel Müdürlüğünü nasıl bırakırdım?”
 Hoppala! Şimdi anladım: Demek, Melih Cevdet bu yetkin şiiri, Ethel ve Louis Rosenberg çifti için yazmış. Böylece o ünlü şiiri bambaşka bir anlam kazanmış oluyor.
 Yıllar sonra bu konuyu kendisine açtığımda, Melih Ağabey:
 Ben, dünyayı izlediğim için o şiiri yazabildim, demişti.
 Melih Ağabey de, birçok aydınımız gibi, “Gönüllü Gökova Sürgünü” idi. Uzun yıllar, Akyaka'da diplomasız Ağahan Mimarlık sahibi Nail Çakırhan’ın eseri küçük evde otururdu. Sonraları “Eş Durumundan”, ölene dek yine Gökova Körfezi’nin kuzey ortasında, antik Keramos’un ardılı Ören’de yaşayacaktı.
 “Ören” demişken, oraya ilişkin bir anı, daha doğrusu tarihe bir dip not:
 1990’lı yılların ikinci yarısında, bir 15 Temmuz günü eşimle, Akyaka üzeri Ören’e gittik. Doğru Suna-Melih Cevdet Anday çiftinin, balkonunu zeytin ağacının dalları gölgeleyen evine. Kapıyı çalmadan, Melih Ağabeyin sesini duyduk:
 Suna'cığım, saat 10 buçuk oldu: bana rakımı verir misin lütfen?
 Suna, tüm zarafetiyle bize kapıyı açarken; ince uzun bardağı üçte bir rakı, üçte iki su katarak Melih ağabeye uzattı.
 Melih Ağabey bizi görünce:
 Şadan beycim, Tülay hanımcım, hoş geldiniz. Sizi göreceğim gelmişti. Hem biliyor musunuz, bugün benim doğum günüm.
 Ben, sanki biliyormuşum gibi:
 Biz de onun için geldik, dedim.
 Tam o sırada telefon çaldı. Yakın dostu ressam Rasim’di arayan. Melih Ağabey, bizim geldiğimizi muştuladı Rasim’e. Ressam; Melih ağabeyin bir tablosunu yaptığını söyleyerek, altına yazılacak bir tek tümce rica ediyordu. Melih ağabey, düşünmeden dedi ki: “Sanatçı, ölümlü olduğunun ayırdında olan insandır.”
 Şair ağabeyle, 1956’da yayınlanan “Yan Yana” kitabı üstüne konuştuk. “Anı” şiiri ilk olarak bu kitapta yer almıştı. Ama “muhbir vatandaş”, bu şiirin Rosenberg’ler için yazıldığını nereden bilecek? Kitap, iki şiircik yüzünden altı ay yargılanmış, sonunda beraat etmişti, aklanmıştı:
 “İki milyar insana
 İki milyar ekmek”
 Yargıç sormuş olmalı:
 Sana ne iki milyar insanın açlığından? Allah’ın işine ne için karışıyorsun?
 Bir de şu:
 “Işığıyıvermiş dağın ardı
 Şavkı vurmuş geceye”
 Ya burada ne demek istiyorsun? Hani dağın ardı ışımış bakıyım; kuzeydeki dağın ardı mı? Neymiş o “Şavkı geceye vuran” ışık?
 Hiç de sayın olmayan muhbirler, biraz şiirden anlasalardı; “Ses” şiirinin ; “Olsun da Gör”, “Yalan” , “Telgrafname” ve benzeri şiirlerin mesajlarını kavrar; bunlar için gammazlarlardı “Anı Şairi”ni.
 Melih ağabeyi, Salihli Şiir İkindileri’ne de çağırmıştım. O gelişiyle ilgili olarak Cumhuriyet gazetesine yazdığı sevgi dolu yazıya şöyle başlıyordu:
 “Salihli’nin sanat sever halkı içinde bulunduktan, gerçek Aydın Belediye Başkanı Zafer Keskiner’i tanıdıktan sonra ve hep bildiğimiz Şadan Gökovalı’yı iş üstünde gördükten sonra, sanatın başkentinde bulunduğumu anladım.”
 Melih ağabey, kendisinin birçok şiirini ezbere bildiğimi bilirdi. Bab-ı âli’den sinemacı dostumuz Necati Deliorman, Melih ağabeyle her görüşme veya telefon konuşmasında benim Melih ağabeyden ezbere şiirler okuduğumu söylermiş. Ama asıl SŞİ’de okuduğum “SES” adlı şiiri ilgisini çekti koca şairin. Bu şiirin üstüne zarif el yazısıyla “Ben bu şiiri Şadan Gökovalı’nın sesinden dinledim” diye yazdı:
 “Uyandım ki ses içinde kalmışım
 Yüzüm gözüm ağzım burnum ellerim
 Aralanan deniz kapısının sesi bu
 Silkelenen güneş tavuğunun sesi
 Tarihsel bileğin, direncin sesi bu
 Baktım güneşte soğumuş karanfil gibi mavi
 Bir yapı işçisinin kulağındaki kalem gibi güzel
 Serçe kanadı değmiş çamaşır ipi gibi esrik
 Okul bahçesinde dolaşan güvercinler gibi
 Kıyıda öpülen dudaklar, yağmurda öpülen dudaklar gibi”
 
 (M.C.A.)
 
 Merhaba Melih Ağabey
 Sana çok sevdiğin Muğla’dan…