Dilin kullanımı, duygusallıkla nesnellik arasında değişkenlik gösterir: Duygusallık nesnelliği, nesnellik de duygusallığı dışlar. Birinci durumda, düşünceyi açık seçik izlemek yerine, söyleyiş yordamı ilgiyi çeker. Dil kuramcıları, genellikle sanatsal söylemi (başta şiiri) birinci, bilimsel söylemi de ikinci türden sayarlar.
Bu değişkenlikleri duygusallık temelinde ele alan ilk çağdaş dilbilimci İsviçreli Charles Bally’dir (Şarl Bali:1865-1947). Ona göre, şiir ile bilim, sözün iki karşıt ucunu belirler; ikisi arasındaki oransal değişkenlikler sayısız biçemler (üsluplar) ortaya koyar.
Burada kimi temel kavramlara açıklık getirmeliyim: Dil, onu bilen bütün bir toplumundur, söz ise yalnızca kullanana özgüdür. Başka deyişle, dil toplumsal, söz bireyseldir. Yani dil bütün toplum bireylerinin başvurduğu soyut bir yönerge ise, söz, onun içerdiği kurallar çerçevesinde özgürce düzenlenen somut bir iletişim aracıdır. Tıpkı parmak izi gibidir söz, kişinin niteliğini ele verebilir.
Sanırım önceki yazılarımdan birinde “söylem”e değinmiştim: Uğraş alanı belirleyen bir anlatım bütünüdür söylem. Örneğin siyasal söylem, gazetecilik söylemi, yazınsal söylem, reklam söylemi, vb. Bir de söylev var: Bir kimsenin bir topluluğa seslenişidir o. Oysa söylem yapısal bir anlatım tasarısıdır: Sözlü olarak da, yazılı olarak da dile getirilebilir.
Yukarda da belirttiğim gibi, bireysel anlatımlar, biçemle (stille, üslupla) eşdeğerlidir. “Ne denli çok birey varsa o denli çok biçem vardır” dedirtecek ölçüde kişisel nitelikleri ortaya koyarlar.. Öyle ki, biçemi kişinin kendisiyle özdeş sayanlar olmuştur. Örneğin on sekizinci yüzyıl aydınlanma döneminin önde gelen düşünür ve yazarlarından Buffon’un (1707-1788) “Le style est l’homme même” (Biçem insanın kendisidir) sözü bu bağlamda en çok alıntılanan özdeyişlerden birisi olmuştur.
Ne var ki bu açıklamalar, gelişmiş bilinç toplumu ölçütlerine dayanıyor. Ama bir yerden sonra toplumsal insanbilimin konusuna dönüşebilir. Dilin kullanımı insanların gelişmişlik ya da uygarlık düzeyini de ortaya koyar da ondan.
Gençliğimde Batı dünyasına ilk adım attığımda, kimi insan öbeklerinin aşırı el kol devinimleriyle, alabildiğine yüksek sesle konuştuğunu, bundan dolayı kalabalıklar arasında ayrıksı bir durum sergilediğini izlemiştim. Çevrede onlara şaşkın şaşkın bakanlar umurlarında değildi (Belki ben de öyleydim, ama bunun ayrımında değildim. Kendi davranışlarımın bilincine varmak, uygarlığa ilk adımım sayılabilirdi). Çok geçmeden anladım ki bu gibi insanlar Ortadoğu, Asya, Afrika gibi azgelişmiş ülkelerden geliyordu. Afrikalılar ayrıca renklerinden belliydi ama, onların uzun süre Avrupa’da yaşamış olanları, daha ölçülü bir iletişim yordamı edinmelerini sağlamıştı. Yani onlar olumlu bir “asimilasyon”a uğramışlardı. Demek ki bir dilin kullanımı, insanların kökeninden çok, bilinç ve uygarlık düzeyine bağlıdır.
Gelişmemiş, tam olarak uyarlaşmamış toplumlarda, yetersiz ve yanlış eğitim-öğretim uygulamasının ortaya koyduğu kültürel çerçevede, sözde okumuş ve dünyaları yutmuş (!) olmak da durumu değiştirmiyor. Hoş, bu gibi ülkenin yazgısı okumamışların eline de geçebiliyor. “İnsanlar layık oldukları kişilerce yönetilir” ilkesinin gerçekliğine tanık oluyoruz. Oralardaki siyasal iletişimler (!), konuşarak değil, bağrışarak yürütülüyor. Yönetici, toplumu bilgiyle değil bağırarak yönetiyor, daha doğrusu kendisine bağımlı kılıyor.
Yandaşlara güven, karşıtlara korku vermeye dayanan bir savaştır bu. İşin içinde, kendi korkularını bastırmak da olabilir. Öylesine aşırı bir duygusallık ki bu, şiir miir değil, kin üretiyor yalnızca (Şu anda zavallı Hitler’in imgesi canlanıyor gözümde. Toprağı bol olsun).
Bu içeriksiz haykırmalar giderek kalıplaşıyor, “bağırmaca” adı verilebilecek “içeriksiz bir siyasal söyleme dönüşüyor!