Öğle yemeğimizi yedikten sonra otel odamıza eşyalarımızı bırakıp yeniden sokaklara döndük. İnternette gezginler, Anvers’i günübirlik gezilecek bir yer olarak bahsediyor. Sadece bir web sayfasında gecesinin ve ışıklandırmanın çok güzel olduğundan bahsediyor. Görelim bakalım öyle mi.
İstasyon arkamızda başlıyoruz yürümeye….
İlk olarak Opera Binası kenardan göz kırpıyor. Tren istasyonundan Grote Markt’a uzanan uzun bir alışveriş caddesi. Elmasın başkenti olan Anvers, pahalı ve lüks mağazaları ile bunu size hissettiriyor.
İlk matbaa Anvers’de kurulmuş. Bu müzeyi görelim istedik ama tadilat nedeniyle giremedik. Aslında pek çok yer var gezilecek ama tempomuz bugün düşük. Kapalı hava da bizi olumsuz etkiliyor. Meir Caddesi, her iki yanında bulunan etkileyici mimarisi ile uzanan binaların altındaki mağazaların vitrinleri veya reklam panoları gözü yormuyor. Varlığının bile farkında değiliz. Sokak şarkıcıları ve cambazlarını da pek görmüyoruz.
Sonradan düşündüğümüzde, sadece bir sokak şarkıcısı gördük. Çok tatlı küçük bir kız, sesini zar zor duyduk, neredeyse mırıldanıyordu.
Bir önerim, nerede olursa olsun sokak şarkıcılarının veya cambazlarının gösterilerini fotoğraf veya video çekenlerin bir bahşiş vermediklerini görünce üzülüyorum. Onlar bu işi yaparken sadaka değil emeklerinin karşılığını istiyorlar. eğer bahşiş veriyorsanız gösterilerini izlediğinizi veya dinlediğinizi lütfen belli edebilir, onları onurlandırabilirsiniz.
Caddenin sonuna doğru ise tüm cadde boyunca uzanan barok-gotik mimariye inat Art-Deco stili ile Avrupa’nın ilk gökdelenlerinden “Boerentoren” 96 metrelik heybetiyle karşımıza dikiliyor.
Hemen sonra meydan da sizi Standbeeld Pieter Paul Rubens’in heykeli karşılıyor. Hediyelik yerel mağazalar, restoranlar, kafeler ile yine tipi bir Avrupa kenti turistik bölgesine bir kez daha giriş yapıyoruz.
Meydanın yakınında, “A Dog of Flanders” Britanyalı yazar Ouida tarafından 1872 yılında yayımlanan çocuk roman kahramanlarının bir heykeli arkasında ihtişamlı Meryem Ana Katedrali.
Bu iki roman kahramanının acıklı sonla biten hikayesine istinaden yapılan heykel önünde özellikle çocuklar fotoğraf çektiriyor.
Meryem Ana katedrali yanında ise benzerine rastlanmayan başka bir heykeller grubu var. Bu, Antwerp şehir merkezindeki Antwerp Katedrali'nin yanında ilginç bir bronz heykel koleksiyonu. Heykel grubu, Belçikalı heykeltraş Jef Lambeaux'nun (1935) eseri ve merhum babası Jans Appelmans tarafından başlatılan Katedral'in inşaatını bitiren taş ustalarını, inşaatçıları ve mimar Pieter Appelmans'ı tasvir ediyor (www.tripadvisor.com) Bir cenaze töreni nedeniyle katedral ziyaretçilere kapalı. Katedralin bir sokak ilerisi, “Grote Markt”.
Meydanın hemen ortasında bulunan Broba Çeşmesi, Brabo destanı, isteksiz geçiş ücreti ödeyenlerin elini kesip Scheldt'e atan dev Druon Antigoon hakkında. Ancak Brabo devi öldürüyor ve karşılığında nehre attığı kendi elini kesiyor. Brabo elini şehre doğru atıyormuş gibi görünüyor. Bu destanın birkaç versiyonu var. Birinde Brabo elini nehirden uzaklaştırıyor ve şöyle diyor: "Elin düştüğü yere bir şehir inşa edeceğim: El Atma". Dolayısıyla bu, Brabo'nun elini fıskiyeye attığı yöne karşılık gelir. (wikipedia.org)
Bu hikaye ile yapılan heykelin arkasında Unesco dünya mirası listesindeki belediye binası yer alıyor. Burada özçekim yapsak kadraja meydan yansımıyor.
Bu defa seçiciliğim -Ayşegül’ün önerisi ile- bir amcadan yana. Ona cep telefonumu verip bizi meydanla ve heykelle fotoğraflamasını rica ediyorum. Amca önce bizi komutlarla istediği yere alıyor, sonra kendisi eğile büküle tek bir -gayet iyi- fotoğraf çekiyor.
Cep telefonunuzda varsa geniş açı desteği bu tür alanlarda fotoğraf çekmek çok güzel sonuçlar veriyor. Tavsiyem, telefonunuzun varsa farklı kameraları hepsini denemeniz. Tabii önemli bir detay var. Kameranın objektifini temiz tutmak. Objektif koruyucu kullanmanız sizi pahalı cep telefonu objektifi değişimden kurtaracaktır.
Sonucu gördüğümde fark ettim ki telefonunun objektifi önündeki koruma çizilmiş. Koruyucuyu çıkardım. Artık daha dikkatli olmalıyız.
Meydanın hemen yanından kanala doğru mesafeyi ana yoldan değil kenar yollardan yürümeyi tercih ettik. Dönerken ana yoldan dönüşümüzü yaparız diye düşündük.
Güzel sessiz sakin bir sokak ve hoş bir grafiti sonrası Schelde Nehri’ne ulaştık. Hemen “Het Steen” kalesi önündeyiz.
Ortaçağdan günümüze kadar gelen kalenin içinde küçük bir müze ücretsiz gezilebiliyor. Ayaklarımız dinlenmek midemiz yemek istiyor. Meydana yakın bir restorana ilişiyoruz. Menümüzü seçince her zamanki gibi önce içecekler geliyor. İlginç olan ise atıştırmalık siyah ve yeşil zeytin ikramı. Zeytinler çok güzel üstelik. Yemeklerimiz yedikten sonra restoranda uygun olunca biraz daha oturup günü ve sonrasını değerlendirip planlıyoruz. İster istemez Türkçe kelimeler ve konuşmalar duyunca dikkatiniz o noktaya çevriliyor. Bu defa konuşmalar içeriden bize servis yapan garsonlardan geliyor. Yanımıza geldiklerinde Ayşegül başlıyor soruşturmaya. Ali (gerçek ismi bizde saklı), Türkçe’yi bildiğimiz kırık Türkçe değil ama tam babasının memleketinin şivesi ile konuşuyor. Oturduğumuz restoranın mülk sahipleriymişler. Bulunduğumuz ana cadde üzerindeki restoranlardan bazılarının da sahibi, akrabaları. Şurası hala oğlunun, şurası amcamların, şurası babamın… 26 yaşında. Annesi doğma büyüme oralı, babası 30 yıl önce gelmiş. Ali de Anvers’de doğmuş büyümüş ama bir Türk ile evlenmiş. Vatanım Türkiye diyor, yabancılardan yakınıyor, vergilerden yakınıyor, bulunduğu yerde yabancı olmaktan yakınıyor, her yaz gidiyorum, Türkiye çok ucuz (onu bize sor) diyor, yakınarak bulunduğu yerden memnuniyetsizliğini anlatıyor. Diğer taraftan, insan yerine konulduğu için haklarının daha geniş olduğu için, daha rahat yaşadığı için, doğduğu yer olduğu için bir yere gitmem diyor… Bu durum için olmasa bile Ahmet Kaya’nın şarkısının nakaratı kulağımızda “Bu ne yaman çelişki Anne..”
Anlattıklarının bazı noktalarını artık yurtdışında yaşayan oğlumuz Arda ile karşılaştırıyoruz, Arda’nın karşılaştığı ve/veya karşılaşacağı durumları düşünüyoruz. Uzun sohbet sonrası yeniden yollara. (ah be Ali, sohbetin iyiydi de, keşke az da olsa o para üstünü getireydin ya gari bahşiş değildi o. İsteyemedim utandım ama aklımda kalmadı değil). Ali’nin önerdiği rotada yürüyüşümüze devam ediyoruz.
İlginç binalar, dolu-boş sokaklar, kahve molaları ile havanın kararmasını bekliyoruz. Niyetim karanlıkta meydanın ve çevresinin ışıklandırılmış hali le fotoğraflamak. Saat çoktan 22.00’yi geçti ama istediğim yerlerin hiçbirinde ışıklandırma yok.
Otele dönüş yolunda anlıyoruz ki, ana cadde paralelindeki caddenin değişen alt yapı çalışmaları nedeniyle bazı noktalarda aydınlatmalar kesik. Şanssızlık diye düşünürken, tren garın hemen yanındaki otelimize ulaştığımızda benim yorgunluğum geçiveriyor.
Işıklandırılmış Anwers Gar binası istediğim birkaç fotoğrafı çekmem için beni bekliyor (Arda’nın benim SLR fotoğraf makineme el koyduğuna biraz hayıflanıyorum şimdi).