İzmir-Buca’yı Koruma Derneği’ni destekleyenler, söylemde çok ama eylemde çok azdı. Örneğin bir gün Buca’nın önceki belediye başkanlarından, daha sonra milletvekilliği ve bakanlık yapmış olan mimar Işılay Saygın hanımefendi, önceden telefon ederek bana uğradı. Derneğin kuruluşunu basından öğrenmiş ve kutlamaya gelmişti. Özellikle “yardım etmek” istiyordu. Kendisine saygılarımı sunarak teşekkür ettim ve önce üye olmasını önerdim. “Seve seve” dedi. Oracıkta imzalı başvurusunu yaptı ve üyelik işlemini gerçekleştirdik. Kısa bir söyleşiden sonra ayrıldı. Ve gidiş o gidiş… Bende bıraktığı en güzel anı, alçakgönüllü kişiliği.
Oktay Ekinci Cumhuriyet’te “Mimarlık tarihinin müze kenti” Tokat’taki yozlaşmayı anlatırken “Mühendis başkan mimarlığa düşman...” sözünü öne çıkarıp başlık yapmıştı. Orada, “imar müdürü bile mimar değil, ‘ziraatçı’...” diyordu. Ama “mimar başkan mimarlığa düşman” dedirtecek durumlar da oluyordu. Hem de imar müdürlüğünü yürüten bir mimarla birlikte!..
Ülkemizde çevrecilik; belirsizlikler içinde iyiye yorulan gizemli bir sözcüktür. Korumacılık ise ikircikli, çoğu kez kaygı verici; çünkü toplum yaşamımızda neyin ve kimin korunduğuna bağlı olarak birbirinin karşıtı anlamlar çağrıştırabiliyor.
Eski kent ve köylerimizde olduğu gibi Buca’da da koruma altında gösterilmiş tek tek yapı örnekleri yüksek beton yığınları arasında sıkıştırılmış, silik duruma getirilmiştir. Oysa yeni yapılar onlarla uyumlu bir görünüm sunmalıydı. Şimdiki durumda bu tür evlerin acıklı görünümden kurtarılmaları için, müzelere taşınması (!) daha mantıklı olurdu. O da olmazsa, fotoğraf albümlerinde, film karelerinde görüntülenmesi; şiirlerde, panellerde, çevreci konuşmalarında anılması daha içtenlikli olurdu (genelde öyle oluyor). Ya da çevresel olmaktan çok, kutsal nesneler olarak yerinde kalmaları…
Daha geniş anlamdaki çevrecilik, yalnızca sit ve sit-dışı alanlar ya da koruma altına alınmış-alınmamış ortam ayrımına değil, eski dokular bozulmadan, tümükapsayıcı bir çevre görünümüne dayanmalıdır. Kanımca uygar dünyanın anladığı mimari çevre, gözeriminin kapsadığı bir uyum alanıdır; oralarda tek tek yapılar değil, onları da içeren bütün bir alanın kendisi; sergilenen çeşitliliğe karşın, bir sanatçının elinden çıkmış tek bir açılım olarak algılanır.
Doğrusu son yıllarda Buca’nın korunması gereken yerlerinde betonlaşma duraksamış görünüyor. Çok az da olsa, örneksemeyle yeni evler yapıldı, eskiler onarıldı. Buna karşılık, çevrenin kötüye kullanıldığı da bir gerçektir: Bu güzelim ilçe konut alanından çıkıp, bir yandan pahalı “cafe”lere, atıştırma ortamlarına, “butik”lere, vb.; öte yandan, akla gelmedik her türlü tecimsel etkinliklerin yapıldığı, düzensiz; görüntü kirliliği yaratan, pislik kokan ilkel bir panayıra dönüştürüldü.
Bir zamanlar kent mimarisiyle uyumlu, yeşillikler arasında iki katlı evleriyle küçük konut alanları yaratılmıştı. Örneğin “Öğretmen Evleri”. Şimdi orada ve yakın çevresinde konutsal yaşam olanağı tükenmiş durumda. Özellikle Belediye Sarayı ile Heykel arasında, kalabalık ve gürültü yüzünden, kaldırımlarda rahat yürüme, parklarda soluklanma olanağı da kalmamıştır. Buca’da en olumlu gelişme, tarihi Hasan Ağa Bahçesi.
Burada salt belediyeleri eleştiriyor değilim. Ayrıca her şey onların elinde değil: İşsizlik genelleşmiş; umarsız kitleler barut fıçısı; ülke kendi gövdesini kemirerek; insanıyla, doğasıyla, kültürüyle nesi varsa öğüterek, tatsız bir karışıma indirgenmiş.
Daha acıklı olanı şu: “Gavur” diye aşağıladığımız Buca’nın gerçek korumacıları, Yaşar Kemal’in anlatımıyla, bir gün atlarına binerek uzaklaşıp gözden kayboldular!