Görünüm:
Siyasal-toplumsal yaşamımızda bir dizi çatışma eksenleri var: Bir yandan Hükumet, başta Fethullah Gülen Cemaati olmak üzere “terörist" saydığı örgütlerle, bir yandan da terörist örgütlere destek verdiğini öne sürdüğü muhalefetle karşı karşıya. Muhalefetse, yakın zamana değin iktidarın söz konusu örgütlerle iç içe olduğunu ve kimileriyle aynı masada buluştuğunu öne sürüyor. Ayrıca iktidarı, Atatürk devrimlerini, özellikle laiklik ilkesini yok etme çabası içinde olmakla suçluyor. Bu iki karşıt kesime, her birinin arkasındaki iletge (medya) uzantılarını da eklemek gerekiyor. Ama olanakların eşitsizliği nedeniyle bu bir “asimetrik” çatışmadır.
Ayrıca bu çatışmaların içeriği ve amacı tartışmalı. Örneğin, Hükumet ile Fethullah Gülen Cemaati önceleri aynı amaçla birlikteyken, gelir bölüşümü temelinde karşı karşıya geldiler. Nitekim İktidar yöneticileri “Aldatıldık” diyerek bunu itiraf ediyor. Yani ayrışmaları siyasal olmaktan çok, kılgısaldır, pragmatiktir. Kaldı ki bu iç içeliğin bütünüyle sona erdiği de söylenemez: Dokunulmasında sakınca görülen Cemaatçiler ile yok edilmesi kaçınılmaz görünenler arasındaki ayrım, edimlerinden değil, konumlarından dolayıdır: Hükumet partisinin örgütsel yapısı içinde önemli yer tutan Cemaatçilerin harcanması göze alınabilecek bir şey değildir, çünkü o zaman parti azınlığa düşebilir. Aynı duyarlı çelişki, bölücü örgütler ile İslamcı IŞİD’e yaklaşımları arasında da söz konusu olduğu öne sürülüyor.
Muhalefeti oluşturan Atatürkçü laik çevrelere gelince, onlar, bildiklerini okumanın ya da birbirleriyle didişmenin dışında, sözde demokrasiye geçilmesinden bu yana, topluma güven vermeyi başaramıyorlar. Zaman zaman yaptıkları çıkışlar geçici moral düzeltmelerinden öteye gitmiyor. Bu muhalefetin içinde “ilerici” medya da önemli bir yer tutuyor.
Somut örnekler:
Günümüzde yayın etkinliklerinden dolayı yargılanmakta olan gazeteciler var. Kimileri bir ya da birkaç “terör” örgütüyle bağlantı kurularak suçlanıyor. Yeni “hukuk” yordamının bir sonucu olarak, bütün bunlar kimilerine göre, vatanımızın ve milletimizin güvenliği ve bütünlüğüne yönelik birer önlemdir; kimilerine göre de “bir siyasal baskı”dır: “Faşizm”dir, vb.
Bu olup bitenler karşısında elbette ki yansız değilim. Ancak amacım, kişisel düşüncemi doğrudan belirtmek yerine, karşıtlaşmalar temelinde, birkaç olasılık belirlemek ve oradan mantıklı bir sonuç çıkarmaktır.
Bu çatışmaların en ezelisi, en siyasalı, en süreklisi ve en ikirciksizi dini inanca dayalı yönetim isteği ile laiklik arasındaki tarihsel çatışmadır.
Sözü fazla uzatmadan, yargılanmakta olan gazetecilere değinerek bitirmek istiyorum bu yazıyı. Söz konusu gazetecilerin kimileri, üye olsun ya da olmasın, “Fetöcü terör örgütü”ne destek vermekle suçlanıyor. Ama onlar “Hayır biz Fetöcü değil, Atatürkçüyüz” diye bastırıyorlar ve de bu savlarını doğrulayacak çok sayıda somut örnekler sunuyorlar. Yine de izledikleri bu yöntemle henüz olumlu bir sonuca ulaşmış (yani aklanmış) değiller. Durum bu olunca, öyle anlaşılıyor ki, onlar için tutanakta Fetöcülük, niyette Atatürkçülük yargılanıyor görünümü çıkıyor ortaya. Oysa aynı suçlamayla yargılanan kayıtlı – belgeli Fetöcüler de “Biz Fetöcü değiliz” diyerek savunuyorlar kendilerini. Ama Atatürk’e ve laikliğe karşı olduklarını saklamıyorlar. Açıkça belli oluyor ki İktidar ile “Fetöcüler”i birleştiren ortak payda İslamcılık, ayrıştıran etkense “tapeler”dır; ama ortak karşıtları laiklik’tir. Sonuçta hiçbir kişi ya da örgüt, aynı zamanda hem laik, hem de dinci olamaz, çünkü biri ötekini dışlar.
Sonuç:
Fetöcülükle suçlanan Atatürkçü gazetecilere gelince, onların adları hiçbir zaman bu tür (maddi) çatışmalara karışmamıştır. Atatürkçü olmayı suçsuzluklarının temel ölçütü sayıyorlar; üstelik egemen güçlerin bunu, yok edilmesi gereken (!) başlıca hedef saydığını bile bile… Öyleyse Fetöcülükle suçlanan laik gazeteciler kendilerini ateşe atacak denli ahmak mıdırlar?
Sanmıyorum. Olsa olsa kendilerini değil, laikliği kurtarma savaşımı veriyor olmalılar.