Japon ekonomisinin altın yıllarıydı 1980’ler ve 1990’lar. Dünya Japon teknolojisinin özellikle elektronikte ulaştığı baş döndürücüyü gelişmeyi konuşuyordu.

O günlerde Time, Economist ve Newsweek gibi uluslararası üne sahip yüksek tirajlı dergilerin manşetlerini süslüyordu Japonya.

Manşetlerin ortak söylemi şuydu: “Batı asırlar sonra hakimiyetini yeniden Doğu’ya kaptırıyor. Teknoloji devi Japonya’nın önderliğinde uygarlık güneşi yeniden doğudan yükseliyor”.

Batı, Japonya’yı kendinden saydığı için aslında samimiyetten uzak bir söylemdi bu.

Doğruydu, 1970’lerin başından 2000’lerin ilk yıllarına kadar yüksek teknolojide bir Japon fırtınası yaşanmıştı.

Ancak Japonya’nın bir süper güç olması tamamen bir ütopyaydı.

Zira İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda uğradığı ağır yenilgi ile askeri açıdan eli kolu tamamen bağlanmış bir ülkeydi Japonya.

Otomotivden televizyonlara müzik setlerinden video kaset çalarlara kadar yarattığı markalarıyla küresel bir ekonomik devdi ama Sovyet tehdidine karşı ABD’nin desteğine muhtaçtı.

Dünyanın en doğusunda yer alan ülkelerden biri olmasına karşın Batı ittifakının bir parçası olmaya mahkumdu Japonya.

ABD, 1945’te atom bombalarıyla cehenneme çevirdiği Japonya’nın 2. Dünya Savaşı’ndan sonra en yakın müttefiki oldu.

Günümüzde de ABD için, Çin ile girdiği küresel rekabet mücadelesinde vazgeçilmez bir ortak Japonya.   

SEFALETTEN SÜPER GÜCE

Çin Hak Cumhuriyeti ise, kurulduğu 1 Ekim 1949’dan itibaren bırakın Batı ittifakının bir parçası olmayı, NATO başkentlerinin şimşeklerini üzerine çeken bir ülke oldu.

Tıpkı Sovyetler Birliği gibi komünizmin bayraktarlığını yapan bu ülke askeri açıdan asla ve katta güçlenmemeliydi.   

O tarihler Çin Halk Cumhuriyeti’nin en sancılı ve en kabus dolu yıllarıydı.

Mao Zedong’un yönetimindeki 1949-1975 yılları arasındaki dönemde, devlet mülkiyetine geçen son derece zayıf sanayi sektörü kısa sürede çökme noktasına gelmişti.

“İleri Doğru Büyük Sıçrama” adı verilen yanlış kolektif tarım politikaları ise, kuraklığın da etkisiyle yıllar süren kıtlığa yol açmış ve yaklaşık 40 milyon insan açlıktan ölmüştü.

Ortaya çıkan tablo o kadar korkunçtu ki Çinliler, hayatta kalabilmek için fare, yılan, böcek gibi daha önce yemeğe alışık olmadıkları hayvanları yemeye başladılar.

Hatta bazı Batılı kaynaklarda, Çin’de bu dönemde insanların bile insanlar tarafından yenildiği anlatılır.

ÇİN’İN YÜKSELİŞİ


Modern Çin’in mimarı olarak kabul edilen Deng Şiaoping, Mao’nun ölümünden iki yıl sonra 1978’de Çin’in lideri oldu.

Ülkesini kurtarmanın yolunu pragmatizmde gördü ve o meşhur belleklere kazınan sözünü söyledi: “Kedinin beyaz ya da siyah olmasının önemi yoktur, önemli olan fareyi yakalamasıdır”.

Deng’e göre, Çin Komünist Partisi’nin birinci önceliği sınıf mücadelesi ya da ideolojik hedefler değil ekonomik kalkınma olmalıydı.

Deng, sosyalist planlama ekonomisi ile piyasa ekonomisinin unsurlarını harmanlayarak ekonomik reform sürecini başlattı.

Sürecin en önemli unsuru ise Açık Kapı Politikası’ydı.

Bu kapsamda ülkeye dış yatırımların çekilmesi için Özel Ekonomi Bölgeleri kuruldu.

Çin’in kıyı eyaletlerinde kurulan bu bölgeler, yabancı yatırımcılara muazzam vergi muafiyetleri tanıyor ve yerli teşebbüslerin yabancı yatırımcılarla ortak üretim yapabilmesine olanak tanıyordu.

Günün birinde Açık Kapı Politikası’nın, Çin’i süper güç yapacağı o günlerde kimsenin aklının ucundan bile geçmiyordu.

SÖMÜRMEK İSTERKEN BAĞIMLISI OLDULAR

Çin’in o yıllarda kişi başı 100 dolar civarında olan milli geliri ve demokrasi ve insan hakları kültürüne sahip olmayışı Batılı firmaların bu ülkeye özel bir ilgi duymasına sebep oldu.

Ülkelerinde 50 dolara, 75 marka üretecekleri ürünü 1 dolara, 1,5 marka Çin’de üretebilme imkanını gören Amerikalı ve Avrupalı sanayiciler bu ülkeye akın etmeye başladı.

Çin’de karlarını katlayan Batılı firmaların keyfine diyecek yoktu.

Çinli işçiler, Avrupalı, Amerikalı işçiler gibi itiraz da etmiyor, grev de yapmıyordu.

Çin devleti de bu çok uluslu firmaların yanındaydı, Pekin yönetimi için Batılı patronuna itiraz eden Çinli işçi vatan haininden farksızdı.

Çok uluslu firmalar için Çin bir süre sonra bir yatırım cennetine dönüştü.

Kimse Amerika ya da Avrupa’daki gibi çevreyi koruyalım, havayı temiz tutalım da demiyordu bu ülkede.

Başı yani siyaset yapıcısı komünist parti olan, bedeni yani ekonomisi ise serbest piyasacı olan Çin, çok uluslu firmalar için adeta Tanrı’nın bir lütfuydu.

Ucuz olan sadece emek değildi Çin’de. Batılı firmalar, havasını da, suyunu da, toprağını da doya doya sömürdüler ülkenin.

Karıncaların şekere üşüştüğü gibi Çin’e koşmaya başlayan Batılı firmalara bir süre sonra ortak yatırımlar da yetmemeye başladı.

Fabrikaları söküp Çin’e taşımaya başladılar.

2000’li yıllara girerken bütün dünya ucuz Çin mallarıyla dolmaya başlamıştı.

Çin malı, tabi ki Japon, Amerikan ve Alman malı kadar kaliteli ve sağlam değildi ama çok daha ucuzdu ve bu durum küresel boyutta enflasyonun düşük kalmasını sağlıyordu.

Yani Batılı hükümetler de son derece memnundu bu durumdan.

KÜRESELLEŞME KİME YARADI  

Küreselleşme, yani çok uluslu firmaların bütün bir küreyi üretim ve tüketim alanı görmesi ironik bir şekilde en çok “komünist” Çin’e fayda sağladı.

Kısa vadede ucuz mallarla kazanan Batılı tüketici, bir süre sonra işsiz kalmaya başladı. Parasını verir Çin’i dibine kadar sömürürüm diyen Batılı sanayici de bir süre sonra Çin’e bağımlı hale geldi.

Bazı Batılı politikacıların ticarette liberal olan Çin gün gelir siyasette de liberal olur beklentisi ise hayalden öteye gidemedi.

120 KAT BÜYÜDÜ             

Sayıların ve matematiğin ruhu yoktur. Onlar bütün gerçeği bütün çıplaklığıyla ortaya koyar.

Çin’in son 45 yılda nasıl baş döndürücü bir şekilde büyüdüğünü kuşkusuz en iyi ve en çarpıcı sayılar anlatıyor.  

1978’de Çin’in Gayri Safi Yurt İçi Hasılası yani ekonomik büyüklüğü 150 milyar dolardı. Aynı tarihte Almanya’nın 750 milyar dolar, Japonya’nın 1 trilyon dolar, ABD’nin ise 2,4 trilyon dolardı.

Çin, o tarihten bu yana 120 kattan fazla büyüyerek 18,5 trilyon dolarla ABD’den sonra dünyanın ikinci büyük ekonomisi haline geldi.

Aynı dönemde ekonomik açıdan Japonya 4 kat, Almanya 6 kat, ABD ise 12 kat büyüdü.

İşte başta ABD’nin yeni başkanı Donald Trump olmak üzere Batılı liderleri en çok korkutan Çin’in bu önlenemeyen geometrik hızla büyümesi.        

Küreselleşme, Çin’i uçururken Batılı ülkelerde işsizliğe ve ekonomik yavaşlamaya yol açtı.

Ortaya çıkan sosyal huzursuzluk, Trump örneğinde olduğu gibi   korumacı ekonomiden ve yüksek gümrük tarifelerden yana liderlerin önünü açtı.

DÜNYANIN FABRİKASI

Çin gerçekten de dünyanın fabrikası. Dünya ihracatının beşte birini tek başına yapıyor.

ABD başta olmak üzere Batı, bu küresel fabrikayı, bu imalat devini durdurmaya, durduramasa bile yavaşlatmaya çalışıyor.

Zira en geç 10 yıl içerisinde ABD’yi geride bırakıp dünyanın en büyük ekonomik gücü olması beklenen Çin’in, er geç askeri açıdan da dünyanın bir numarası olması kaçınılmaz gibi görünüyor.

ÇİN’İN İHRACATI ENGELLENEMİYOR

Çin’in 2024 yılında ihracatı bir önceki yıla göre yüzde 7,1 artarak 3 trilyon 470 milyon dolara ulaştı.

Çin, geçen yıl ABD’nin 1,5 katı, Almanya’nın 2 katı, Japonya’nın ise 5 katı ihracat gerçekleştirmeyi başardı.

Trump yönetimi, Çin’in büyüme hızını ve ihracatını yavaşlatmanın yollarını arıyor ama bunun önünde çok ciddi bir engel var.

Çünkü Çin, dünyanın geri kalanından çok daha fazla yüksek teknoloji üretiyor ve bunların ihracatını yapıyor.

Çin, güneş paneli, lityum iyon pil ve elektrikli araç teknolojilerinde açık ara liderliğini sürdürüyor.

Çin‘in ihracat oranı en fazla artan sektörlerine baktığımız zaman, Washington’un kaygılarını çok daha iyi anlıyoruz.

Çin’in geçen yıl, 3 boyutlu yazıcı ihracatının yüzde 32,8, sanayi sektöründe kullanılan robot ihracatının ise yüzde 45,2 artması bu durumun en çarpıcı örnekleri.

KAPIDAN KOVUYOR BACADAN GİRİYOR

ABD, Çin’in ihracatına engeller koyarak daha fazla büyümesinin önüne geçmeye çalışıyor.

Hatta Almanya, İngiltere gibi müttefiklerine baskı yaparak onları da Çin malı almamaları konusunda uyarıyor.

Bu çabalar ilk bakışta işe yarıyor gibi görünse de aslında gerçeği yansıtmıyor.

The Economist’e göre, Pekin yönetimi, Meksika, Vietnam gibi ülkelerde milyarlarca dolarlık ortak yatırımlar yaparak aslında Çin malı olan ürünleri ABD ve Avrupa pazarlarına farklı markalarla sokmayı başarıyor.

Uzmanlara göre görünürde ABD’nin en fazla ithalat yaptığı ülkenin Meksika olması sadece bir aldatmacadan ibaret.

ABD’de son dönemde aslında Çin malı olan ama üzerlerinde “Made in Vietnam’ ya da “Made in Mexico” yazan sudan ucuz güneş panelleri peynir ekmek gibi satılıyor.

Hatta bazı Amerikalı çiftçiler, çitlerden bile ucuz olduğu için çiftliklerini ayırmak için çit yerine bu güneş panellerini kullanıyor.

Yani Çin’i kapıdan kovsalar da bacadan girmesine engel olamıyorlar.

“KOMÜNİST” ÇİN KÜRESELLEŞMEYİ SAVUNUYOR

ABD’nin ve Avrupa’nın bu kıskaç politikalarına rağmen Çin’in  ihracat artışında rekor üstüne rekor kırması olağanüstü bir başarıya işaret ediyor.

Çin, başta Brezilya olmak üzere Latin Amerika ve Afrika ülkelerine yaptığı ihracatları artırarak ABD ve Avrupa pazarlarındaki kayıplarını ziyadesiyle telafi ediyor.

Bu durum ekonomik büyüme hızına da yansıyor.

Çin geçen yıl yüzde 5 büyürken, ABD’nin büyüme oranı yüzde 2,5’ta kaldı.

Bir zamanların efsanevi ihracata dayalı büyüme modelleri olan Almanya ve Japonya ise şimdilerde deyim yerindeyse yerlerde sürünüyor.

Her iki ülkenin ekonomisi de geçen yıl büyümek bir yana yüzde 0,2 küçüldü.

Büyüme hızı ve ihracatı yavaşlayan ya da azalan Batılı ülkeler, yıllarca hamiliğini yaptıkları, yere göğe sığdıramadıkları küreselleşmenin şimdi önünü tıkamaya çalışıyorlar.

Yüksek gümrük duvarlarının arkasına gizlenerek yerli sanayini güçlendirmeyi ve artan işsizliğe son vermeyi amaçlıyorlar.

Trump ve benzerlerinin, Batı’da son yıllarda rağbet görmesi bu arayışların sonucu.

Batılı ülkeleri eşsiz teknolojik alt yapısıyla kendine bağımlı hale getiren Pekin yönetimi ise, yüksek gümrük vergilerinin serbest ticarete aykırı olduğunu savunuyor.

İlk başta şaka gibi gelse de artık herkesin kabul etmesi gereken bir gerçek var ortada: Küreselleşmeyi ve uluslararası serbest ticareti artık gerçek manada “komünist” Çin savunuyor.

Görünen o ki Çin ejderi durdurulamıyor ve böyle giderse Batı asırlardır üzerinde oturduğu dünya tahtını Doğu’ya bırakmak zorunda kalacak.