DIŞARDA AÇILIM, İÇERDE ENGEL
René Étiemble tarafından yazılan “Parlez-vous franglais?” (Franglizce biliyor musunuz?) adlı kitap, dünyadaki birçok bağımsızlıkçı genci çok etkiledi ve Paris’e akın etmelerine yol açtı. Étiemble ile birlikte, Fransızcanın özleştirilmesini ve sesçil (fonetik) yazıya geçilmesini isteyen seçkin bir aydın topluluğu, Fransız parlamentosuna başvuruda bulundu, Türk Dil Devrimi ile Türkçe yazı ilkesini de buna dayanak gösterdi! Ancak Fransız halkının temsilcileri, geleneklerine sıkı sıkıya bağlı olduklarını gerekçe göstererek öneriyi büyük çoğunlukla reddetti.
Ama Fransızlar dillerini büyük bir özenle kullanır; kalkınmış bütün uluslar gibi onlar da, gerek yazılı, gerekse sözlü anlatımı aynı biçimde yazar, aynı biçimde söyler. Profesöründen yazarına, mühendisinden ev kadınına, patronundan işçisine, vb. hemen herkesin elinin altında bir ya da birkaç sözlük bulunur.
Anamalcı ve yayılımcı tutkularıyla birlikte, Batı toplumları, okuma-yazma etkinliğinde yüzyıllardır çok ileri gitmiştir. “Bilen bilmeyeni yener” inancıyla da yapmışlardır bunu. Öyle ki onlarda yazılı iletişim sözlü iletişimi yönlendirir duruma gelmiştir (Bizde tam tersi: Çene hep öndedir!). Önemli olan, sözlerin anlamsal ve düşünsel alt yapısıdır. Nusret Hızır'ın mantığıyla anlatmak gerekirse, dilin kendisine, bilimsel bir dizge olarak bakarlar ve onu öyle özümserler. Bizlerse çoğu kez, içeriği umursanmadan, göze ya da kulağa yönelik ezberlenmiş söz kalıplarıyla yetiniriz. Yani doğru ya da yanlış basmakalıplara koşullanmışızdır.
***
Bir dil toplumunun iletişim uygulamasında anlatım biçimleri, yöresine ya da toplum katmanlarına ya da kişiye göre değişebilir. Örneğin bizde Trakya şivesi, Karadeniz konuşması, Gaziantep ağzı, gençlik iletişimi, tıp jargonu gibi değişkenliklerdir bunlar. Ancak burada değişmeyen bir şey vardır: Dilin kendisi. Kullanım biçimleri değişik insanların birbiriyle anlaşabilmesi, dil birliğinin göstergesidir. Geleneksel doğru-yanlış kurallarıyla belirlenmiş bir şey değildir bu. Örneğin Yılmaz Özdil, kimi köşe yazılarında ve kitaplarında kullandığı halk ağzıyla “sıfır” alabilir! Ama o, ülkemizin en çok okunan ve bilgi edinilen yazarlarından biridir, belki de birincisi. Aynı şey Batılı yazarlarda da söz konusudur: Kimi roman ya da öykü yazarlarının, anlatımlarında yöresel ağızlara sıklıkla yer verilir.
Ama hepsinin üstünde, yerel ya da kişisel biçemlerden arınmış, nesnel, eksiklik ya da fazlalık içermeyen, aynı sesbilgisine (fonetiğe) dayanan bir “ölçünlü (standart) dil” düzeyi vardır: Kullanım biçimleri doğal dilin alt yapısına en uygun, ama alabildiğine değişken, ulusal bir dilidir bu. Dil bilinci, yalnızca kendi dilimiz için değil, yabancı dil öğretimi için de gereklidir.
Bunun için okullarımızda uygulanan geleneksel “dilbilgisi” kesinlikle aşılmalıdır.
***
Türk Dil Kurumu’nun kapatılmasından dört yıl sonra (1987 yılında), çalışanları tarafından “Dil Derneği” kuruldu. Amaç, Kurum’un bıraktığı boşluğu doldurmaktı. Ne yazık ki onların çoğu yaşlandı, kimileri de aramızda değil. Yine de Dernek bütün olanaksızlıklara karşın, bu doğrultudaki çabalarını sürdürüyor. Aylık “Çağdaş Türk Dili”, sürekli yeni baskılarla geliştirdiği “Türkçe Sözlük” ile “Yazım Kılavuzu” en temel çalışmaları arasında yer alır (Bu iki vazgeçilmez yapıtı her okuryazara öneriyorum).
Ne yazık ki ulusal düzeyde bu girişimler son derece cılız ve etkisiz durumdadır.