....diyor hayatı süzen sözüyle bugüne de seslenen kadim atamız. Kim olduğunu merak ediyor, sözleriyle bir toplumun düşünsel yapısına yön veren bütün atalarımız gibi, keşke adıyla sanıyla tanıyabilseydik diye hayıflanıyorum. Böylesi sözleriyle onlar, bir coğrafyanın toplumsal yapısını belirlemişler, bireylerine zemin oluşturup yön göstermişlerdir. Biz bugünkü anlamıyla felsefeyle ve yazılı düşünüp, geriye bırakmayla çok geç tanışan bir geçmişin çocuklarıyız. Hesabını veremeyeceğim bir konuda, başımı derde sokmak istemem. Ama ben bunun en büyük gerekçesini bir türlü “yerleşik” olamamaya bağlıyorum. Düşünce de, söz de, eylem de yerleşik olmayı gerektiriyor. Genlerimizdeki göçebelik, bir yandan kadim bir zenginliği, bir yandan bir türlü “olamamayı” belirliyor. Kentleşmeden demokrasiye uzanan birçok değerse, yerleşikliğin içselleştirilmesini ve gereklerine uyulmasını şart koşuyor.
***
Kaşların çatılmasını istemem. Göçebelik de kendi içinde birçok değer barındırır ve bize olağanüstü verim armağan etmiştir. Ama neyleyelim ki, bugünün dünyasının yaşadığı serüvenin ve elde ettiği sonuçların ötesine savrulmamızı ya da geç kalmamızı engelleyememiştir. Bu yargıyı daha iyi anlamanın yolu, örneğin matbaayı icadından kaç yıl sonra kullanmaya başladığımızı, ilk romanımızın kaç yılında yazıldığını, elektriği ne zaman kullanmaya başladığımızı, ilk müzemizi ne zaman kurduğumuzu öğrenmektir. Bugün motoru olmayan uçağa “full aksesuar Top Gun kahramanı” gibi binip, kaportası dışında yaşamsal her parçası dışarıya bağlı otomobilin prototipi önünde –yıl 2022!- poz veren şahsiyetlerin, aslında neyi itiraf ettiğini bilmeden, bu gerçeği anlamamız olanaksızdır. Manşetlerde, beyanlarda, hava atmalarda güzel dursa da, yerel yönetimlerden devlet katına, gündelik işlerimizden görece başarılarımıza uzanan hemen her işimizde “İlk defa” sözünün ortalıkta bu kadar savrulmasındaki sefaleti algılayamazsak, elbette kaşlarımız çatılacaktır.
***
9 Eylül’ün 100’üncü yılını yaşayacak, Cumhuriyet’imizin 100’üncü yılını kutlamaya hazırlanacağız. Konumuz bağlamında, hepsi gerçekten olağanüstü başarıdır. Hepsi, söz etmeye çalıştığımız hazin gerçeğin değiştirilmesine dair, müthiş kırılmalar ve dönüşümler muştusudur. Yüzlerce yıl soyadı ‘Osmanlı’ olan bir ailenin kulu, reayası, ekin ile aşar ve “gidip de dönmeyenler” deposu olarak görüldükten sonra, birden “Cumhuriyet yurttaşı ve toplumu” olmayı anlatmak da, anlamak da, içselleştirmek de, tarz-ı hayata çevirmek de kolay olmamıştır. Binlerce yıl bir coğrafyaya ve onun değerlerine sahip olmayı içselleştirilmesine engel olunanlar, kayıtsız koşulsuz kulluk dayatılanlar, yaşadıklarının karşılığı olarak yalnızca ve yalnızca öte dünyadaki mutluluk vaat edilenlerin, birden bire “ülke, vatan, yurttaş, seçme seçilme, özgürlük, akıl, bilim, düşünce” gibi kavramlarla karşılaşması, yüzleşmesi, benimsemesi elbette kolay olamazdı. Olmadı da. Zaten bir göçebe olarak binlerce yıl önce bu coğrafyaya gelmişler, “Büyük Mezarlık” olarak da nitelenen bu coğrafyada, kıyımdan kıyıma, sürgünden sürgüne uğramışlardı. Sonra birden, örneğin iki göz mezra evinden çıkıp kendilerini Haydarpaşa Garı’nda, oradan Münih’in dili, ekmeği, kültürü yabancı sokaklarında bulmuşlardı. Gidemeyenler içinse, bir başka göçebelik hazırdı. Göçebelik ille bir yere gitmek değil, gelen “yabancı” sayesinde, olduğun yerin bağışladığı şeylerden uzaklaşmaktır. Amerikan süt tozudur mesela, geleneksel yeme kültürüne çöken mayası muğlak beyaz ekmektir, doğaya uyumunu sağlayan giysileri çıkarıp naylonlara bürünmektir. Bin yılın türküsünü dünyaya eklemek yerine, hayatının estetik-düşünsel yapısını paramparça eden kültürel dayatmalara teslim olmaktır. Ama sevgili dostlar, en acı ve kahredici olan göçebelik budur. Bu teslimiyet içinde, neyi neden reddettiğini, neyi neden savunduğunu bilmeden, cümle insanlık değerlerinden uzaklara savrulmaktır. Ruhundaki, sözündeki, tutumundaki boşluğa, o boşluğu sonuna dek sömürüyle, kör inançla, yalan ve talanla, cahillikle, kıyım ve kırımla dolduracak olanları kabul etmektir. İşte o zaman, deyim ve atasözlerinin bir işe yaramadığını, hatta ne kadar ikiyüzlü ve akıl ermez çoklu standartlarla tepeleme dolu olduklarını göremezsin. Çünkü hepsi, kadim bir uygarlığın verimi değil, bu aşağılık göçebeliğin devamını isteyenlerin çarpıtmasıdır. Bırakalım saçma sapan kelamlarla köşeleri doldurmayı. Şimdi bu gerçeklerle çığlık atmanın zamanıdır. Bilge ataya sormak isterdim: “Eğri oturalım, doğru konuşalım. Eyvallah! Peki, ne eyleyelim, nasıl davranalım?