Yıllarım dinleyici, izleyici, konuşmacı olarak yer aldıklarım bir yana, planlayıcı, düzenleyici, yönetici, yönlendirici olduğum etkinliklerle geçti. Özellikle 90’ların son yıllarıyla 2000’li yılların ilk sekiz-on yılı arasında, bu kentin akla gelen en önemli meydanlarında izlediğiniz etkinliklerin çoğunda, metin yazarlığından yönetmenliğe uzanan emeğim vardır. Vurguladığım tarihlerdeki 9 Eylül, 23 Nisan, 29 Ekim gibi onur günleri başta olmak üzere, birçok kitlesel etkinlikten birkaç ömürlük deneyim kazandım. Bu işlerde düşünce ve eylem arkadaşlığı yaptığım herkesi, saygıyla anıyorum. Öğrenme ve deneyim biriktirme sürecim, bugün de yoğun biçimde sürüyor ve asla bitmez. Tümüyle sanatsal içerikli-amaçlı işlerden (Oyun sahnelemekten, şiir, öykü günlerinden vb.) söz etmiyorum. Onlar zaten yaşamımın bir parçası ve yazacaklarımın çoğu onları da derinden belirler ama bu başka bir konudur. Söze böyle başlamamın nedeni, elbette kendinden söz etme saçmalığı değil, anımsatmaya çalışacağım noktalara dair söz söyleme hak ve sorumluluğu vurgulama adınadır. Bu hak ve sorumluluk, hepsini ayrıntılı biçimde bir kitaba dönüştürmeyi de bana bir ödev olarak yüklüyor. Umarım o kitabı da yazarım, acıklısıyla iç geçirtmekten, gülmekten yere yatıracak olana kadar, bakalım kaç sayfa tutar? Bu yazının başlığı, o kitabın adıdır: “Etkinlik Mühendisliği”.

****

9 Eylül’ümüzün 100. yılını kutlayacak, gözbebeğimiz Cumhuriyet’in ilanının 100. yılını kutlamaya hazırlanacağız. Kuşkusuz devlet cenahı dışında, yerel yönetim mecralarında yoğun bir hazırlık yapılıyor ve yapılması gerek. Peki nasıl? Yanıtlarını aramaya başlamadan önce birkaç anımsatma yapmak gerekiyor. Ki artık ve ne olur, aynı tuhaflıklar yeniden ve yeniden yaşanmasın.

****

Gittiğiniz, katıldığınız ya da düzenlenmesinde bir biçimde yer aldığınız etkinlikleri anımsayınız. Neler var aklınızda, yardımcı olayım. Bir türlü zamanında başla-ya-mayan etkinlikler. Ortalıkta anasını kaybetmiş ördek yavruları gibi sağa sola koşuşturan görevliler, kadınlı-erkekli tipler. Her konuşmacının mikrofona tak-tuk vurup, “Sesim geliyor mu?” ritüeline, bin kere tanıklık. Zamanında girmeyen dia-film görüntüsüne deva bulmak için helak olan çalışanlar. Akışı düşünülmemiş, planlanmamış bölümler arasında, insanı bıktıran bekleme süreleri. Sunucuların çaresizlikle, önlerine sürülmesi-gönderilmesi bir türlü bitmeyen notlar (ki çoğu geç ya da sürpriz olarak gelip, adları anılmazsa protokol krizine yol açan tiplere aittir). Etkinlik başladıktan on dakika sonra gelip (ki genellikle salonun doluluğuna ait bilgi aldıktan sonra, sahnedekilere saygıdan bihaber biçimde girip otururlar) ve sahnedekine-salondakine inat kendilerini alkışlatmak isteyenler. Genellikle on beş dakika sonra (Herhalde Mars’tan gelecek mekiği indirme gibi acil ve yaşamsal bir sorun nedeniyle!) baş yönetici ile varlığı ona bağlı olan 15-20 kişinin, etkinlik sürerken paldır küldür kalkıp gitmesi. Bu hayhuy içinde, günlerce bu etkinliğe hazırlanmış bir konuşmacıya, sürekli “Zamanımız azaldı” uyarısı yapılması ve zavallının tüm akışının mahvolması. Aynı şeyleri, her etkinlikte, aynı biçimde, aşina edalarla yineleyen konuşmacılar ve asıl şaşılacak şey olarak, onları her etkinlikte alkışlayanlar. Etkinliğe düşünsel-tematik olarak yararlanmak için mi, yoksa fotoğraf çektirmek için mi geldiği belli olmayan, tanımı mümkün olmayan çıldırık tipler. Bu Kemeraltı karmaşası içinde, konu mesela “Armut” iken, “Karpuzun faydasından” söz edecek kadar etkinliğin amacından bihaber konuşmacılar. “Soru” ile “Korsan bildiri” arasındaki farkı bilmeyen, söz ishali tipler… Bu kadar anımsatma yeter mi? Elbette siz kim bilir daha neler eklersiniz bunlara. Bilesiniz ki yılların gözlemi, bana en az yüz sayfa yazdırır.

****

Değerli ve sürekli okurlarım bilir ki, birçok yazıda “Arkasını getireceğim” derim ve gereğini yaparım. Bu yazı da onlardan biridir. “100 Yıl Kutlamaları” bu ülke için şaka değildir. Adlarına yapılacak her etkinlik, düşünsel, estetik, teknik ve içeriklerine dair saygının, duruşun ve özellikle “dünya görüşünün” yansıması olacaktır. Bu nedenle uyarılarımı, önerilerimi yazmayı da, bu beyanın zorunlu gereği olarak görüyorum. Bu yazı bir “giriş”tir. Tüm ilgililer ve kamu önce şunu bilmelidir: “Yüzyıl Onuru” bizden sonra, yüz yıl sonraki kuşak tarafından yaşanacaktır. Yalnızca şanslı değil, bu ülkeye ve onun kuşaklarına karşı vahim sorumluluk içindeyiz.