Ünlü tarihçi Bernard Lewis’e göre sarık, inançlı ile inançsızı ve sıradan halk ile ulemayı birbirinden ayıran bir simge olarak kalmışken, Osmanlı askerlerinin taktığı fesin, Ortadoğu’da kimliği oluşturan sembollerinden biri olduğunu belirtmişti

İstanbul sokaklarında ‘Osmanlı fesiyle’ dolaşanların sayısı son zamanlarda artmaya başladı. Kimileri bu başlığı ‘zarif’ buluyor (hele takım elbise ve kravatla) ve Türkiye’nin uluslararası tanıtımına katkı yapabileceğini söylüyor, kimileri de ‘Osmanlının ihtişamını’ hatırlattığını savunuyor. Fes giymekle gerçekten ‘o eski ihtişamı’ elde etmek mümkün mü?  Ünlü tarihçi müteveffa Bernard Lewis, fesin, Ortadoğu’da kimliği oluşturan sembollerinden biri olduğunu ve 19’uncu yüzyılda Osmanlı devletinin Batılılaşma siyaseti çerçevesinde Osmanlı askerlerinin Avrupa stili giyim kuşamı benimsediklerini yazar. Ona göre, sarık, inançlı ile inançsızı ve sıradan halk ile ulemayı birbirinden ayıran bir simge olarak kalmış iken, Osmanlı askerlerinin taktığı fes, Atatürk’ün kılık kıyafet devrimiyle ortadan kaldırılmıştır (The Multiple Identities of the Middle East, s. 111-112). Gerçekten fes tarihte hem Osmanlılar hem de Avrupalılar açısından ne anlam ifade etmiştir?

ASKERİYEDE FARKLILIKLAR

Osmanlı arşiv belgelerine göre fes hakkında bir tarama yapıldığında, fesin 18’inci yüzyıl başlarında, II. Mahmud devrinden önce, Osmanlı ordusunda kullanıldığı belgelenebiliyor. Kırmızı fesin Yeniçerilerin tarafından giyildiği ve Osmanlı vatandaşı gayrimüslimler tarafından giyiminin yasak olduğu anlaşılıyor. Fes, Osmanlı gayrimüslimi ile Yeniçeri’yi birbirinden ayıran bir simge olduğu görülüyor. Zaman içerisinden fes, Yeniçerilerin yanı sıra, Sürat Topçuları, Tüfekçiler, Redif askerleri, Dergâh-ı Ali Topçuları, Tersane’deki Bahriye askerleri, Postacı Tatarlar, Asakir-i Mansure askerleri gibi diğer askeri gruplar tarafından da giyilmeye başlandı. Her bir askeri grubun giydiği fesler arasında ufak tefek farklılıklar vardı. Örneğin Sürat Topçularının yeşil püsküllü fes giymeleri gerekiyordu. Zamanla fes, sıradan halk, Müslüman âlimler, gayrimüslimler ve öğrenciler tarafından da giyilmeye başlandı. Başlangıçta askeri bir malzeme olan fes, toplumun geniş kesimlerine yayıldı. Örneğin, 1745 tarihli bir emre göre, devlet, tüm askeri ve sivil personeline her yıl bir çift fes verme zorunluluğunu getirdi. 1823’te Eğin’de fesin sadece çocuklar tarafından giyildiğinin öğrenilmesi, İstanbul’da şaşkınlık yarattı. 1830 tarihli bir emre göre, İstanbul’da kilisede görevli Sırp knezlere ‘ağzı ipek şeritli fesleri’ giymeleri emredildi. Böylelikle fese takılan ufak simgelerle devlet, Müslüman olanlar ile olmayanları birbirinden ayırmayı hedefledi.

STATÜYÜ GÖSTERİYORDU

Vezirler, ‘mücevher alametli fes’ giyiyor iken, 1842’de sıradan halkın giydiği feste ‘gümüş çiçeği alameti’ olması isteniyordu. Devlet, fese takılan alametlerle o kişinin dinini, mesleğini ve statüsünü bilmeyi amaçlıyordu. Mesela ulema sade fes giyecekti. Sarraflar, celepbaşı, tabipler, Ermeni kocabaşıları kendi mesleklerinin alametlerini feslerine takacaklardı. 1854 tarihli bir emre göre, Tıbbiye talebeleri de feslerinin başına ‘tepelik’ takmak zorundaydılar.  Mısır ve Hicaz bölgelerinde ise ‘oralara münasip şekilde fes’ takılacaktı. 1894 tarihli bir belgeye göre, Tiflis’ten de İstanbul’a fes geliyor ama feste ‘uygunsuz resimler olduğu için’  giyilmesine izin verilmiyordu. Kastamonu Lisesi’ndeki yatılı talebeye devlet her yıl uygun fesler veriyordu.

Sarık, fes ve şapka arasındaki mücadele, dönem ve zamana göre değişiyordu. Sarık, Hz. Muhammed’in ve İslam âlimlerinin sembolü olduğu için fes ve şapkaya göre hem devlet hem de Müslüman toplum nazarında kuşkusuz daha itibarlıydı. 1894 yılında Midilli adasında Meclis’e şapka giyerek gelen iki meclis azası, fes giymeleri konusunda uyarıldı. Şapka, bir Frenk icadıydı.

AVRUPA’DAN OLUMSUZ TEPKİ

Avrupa hükümetleri de Osmanlı fesine karşı zaman zaman olumsuz tepki verdiler. Almanya, Fransa ve Rusya gibi ülkelerde fes ‘Osmanlı kimliğinin bir sembolü’ olarak algılandı. Zira Osmanlı idaresi Avrupa’da okuyan öğrencilere ve memurlara her yıl fes gönderiyor ve bu fesi kamuya açık tüm yerlerde takmalarını istiyordu. 1881’de Petersburg’da Rus Çarı için kilisede yapılan cenaze törenine ‘fesli Osmanlı elçisi’ alınmadı. Zira Hristiyan inanışına göre, dua sırasında tüm başlıklar çıkarıldığı halde Osmanlı memurları feslerini çıkarmıyorlar, bu da devlete ve dine bir saygısızlık olarak kabule diliyordu. Almanlar da kilisede yapılan törenlere Osmanlı vatandaşlarının kafalarında fesle katılmalarını kabul etmediler. Nitekim 29 Ekim 1932’de Ankara’da Atatürk’ün verdiği resmi akşam yemeğine Mısır elçisi Abdülmelik Hamza Bey’in kafasında fesle katılması ve yemek boyunca fesi başından çıkarmaması, Türkiye ile Mısır arasında diplomatik bir soruna neden oldu. Osmanlı ülkesinde mahkemelerde ve diğer resmi dairelerde fesin kafadan çıkarılması gerekmiyordu. Demek ki, Avrupa’da fesin resmi yemeklerde veya cenaze törenlerinde çıkarılmaması, ev sahibine yönelik siyasi bir tavır olarak algılanıyor ve hoş karşılanmıyordu. Bu arada belirtmek gerekir ki, 1924-1925 yıllarında Mübadele kapsamında Selanik’ten Bursa’ya yerleştirilen Selanik Müslümanlarının bir kısmı fes kalıpçısı, fes tüccarı ve fes boyacısı idiler ama fesin kaldırılmasından dolayı mesleklerini icra etme imkânını bulamadılar. Demek ki, fes, 18’inci yüzyıl başlarından itibaren önce ordu mensupları sonra da toplumun diğer kesimleri (Müslüman ve gayrimüslim) tarafından kullanılmaya başlanınca fese olan talep arttı.

 

FAS’TAN İHRAÇ EDİLİYORDU

Başlangıçta devlet ‘Tunus fesini’ tacirlerden temin etme yoluna gitti. 1736 tarihli bir belgeye göre, İstanbul’da Fesçi esnafı mevcuttu ama bu esnaf grubunun imalattan daha çok Mağrip’ten (Fas) gelen fesi İstanbul’da ordu mensuplarına dağıtmakla görevli olduğu anlaşılıyor. İzmir’deki Fransa tüccarı Tunus’tan fes getirip satıyordu. Fes satışının bir nizama bağlama çalışmaları görülüyor. Örneğin fes, gezginciler tarafından satılamayacak, sadece fesçiler esnafı tarafından satılacak, Çuhacı Yahudiler fes satamayacaktı. Fes boyasının (pronkona, bir çeşit kökboya), Eğriboz, Yanya, Delvine, Kavala, Atina gibi Rumeli şehirlerinden temin edilmesi de ayrı bir zorluktu. 1818 tarihli bir belgeye göre, İzmir’de Tunus fes tüccarları bulunuyordu ve bunların bir ‘nazırı’ vardı. Burada nazır, bakan anlamında değil, fes satış, vergilendirme ve dağıtımını düzenleyen esnaf görevlisi anlamındadır. Zira Tunus’tan getirilen feslerden vergi alınması için damgalandıktan sonra (vergisi alındıktan) satılması gerekiyordu. 1828 tarihli bir belgeye göre, İzmir’de feslerin vergilendirme işiyle İzmir’in ünlü ailelerinden Kâtipzadelerden bir kişi görevlendirildi.

FABRİKA VE ATÖLYELER AÇILDI

Asakir-i Mansure askerine fes giyme zorunluluğu gelince, yabancı tacirlerden alınan fesler yetmedi ve Beykoz, Bursa ve Kadırga’da fes fabrikaları açıldı. Zira Avusturyalı (Nemçeli), Fransız ve İngiliz tacirlerden fes alımı yapılıyordu. Nihayet 1831 yılında Tunus’tan İstanbul’a fes zanaatkârları (dokuyucu, boyacı, terbiyeci) getirildi ama Tunuslu ustalar bu zanaatı İstanbul’da yerli ustalara öğretmediler. Eyüp’te Sultansarayı’nda yerli ustalar fes imalini denendi. Feshane-i amire kuruldu. Devlet, Fransa’dan alet satın aldı, piyasadan İspanya yünü temin etti, Rumeli’den de fes boyası satın aldı. Püskül için gerekli ipek, Tırnova’dan temin edildi. Ancak bu teşebbüs başarılı değildi. Daha sonra İznik, Edirne, Selanik, İzmir ve Bursa’da yeni fes fabrikaları açıldı. Edirne, Selanik ve Bursa yapağıları fes imali için iyi değildi. 1837’de Tunus’tan İstanbul’a fes imali için tekrar ustalar getirildi. Bursa’da ‘yerli fesler’ imal edilmeye başlandı.

İZMİR’DE 22 FES DÜKKANI VARDI

1841 tarihli bir belgeye göre, fes satımı halâ fes esnafının tekelindeydi. Örneğin 1841’de İzmir’de 22 adet fes dükkânı vardı ve bundan başka yeni fes dükkânının açılması yasaklandı. Ecnebi fesleri yerli feslere göre daha kaliteli olduğu için tercih ediliyordu. Fes ticareti yapanların çoğu da Ermeni’ydi. Saraya fes boyası temin eden Todori adında bir Rum’du. Fes püsküllerini temin eden, fesleri tamir edenler (Beşiktaş’ta) genellikle Ermenilerdi. Fese olan talep devam ediyordu. Devlet, Ramazan Bayramı öncesinde zaptiye neferlerine fes veriyor, sünnet çocuklarına bile fes giydiriliyordu. 1892’de Karamürsel’de Bosnalı bir tüccar tarafından fes fabrikası açıldı. Sonuç olarak, sarık, İslam ümmetine olan aidiyete işaret ediyordu. Fes, namaz kılmaya engel olmadığı için dışarıdan esinlenerek kabul edildi ama artık yıkılan eski düzenin (Osmanlı), bilgisizlik, bağnazlık, ilerleme karşısında duyulan nefretin bir simgesi gibiydi (s. 608). Fes, Şarklı kıyafetin bir parçasıydı (Jean-Fronçois Solnon, s. 608). Şapka ise Atatürk’e göre, Batı uygarlığının bir simgesiydi.