Fidana sordum:
-Niçin büyürsün?
“Tohum itiyor” dedi,
Tohuma sordum:
-Fidanı niçin itersin?
“Toprak rahat bırakmıyir” dedi,
Toprağa sordum:
-Tohumu niçin rahat bırakmazsın?
“Yarın toprak olduğunda kulağına söylerim” dedi.
Diktiğim fidana cansuyu verip, öperek büyümeye uğurlamak ne güzeldir. Ama, diktiğin fidanın büyümesinden sorumlu olduğunu unutmayarak. Maviye mavi katamasak bile, yeşile yeşil katmak elimizde. Zaten “Kültür”, doğaya insanın ekledikleri değil mi? Ancak, doğaya uygun olarak...
Babam çiftçiydi. Çocukluğumda ne olacağım sorulduğunda, “çiftçi muallimi olacağım” dermişim. İletişimci ve rehber olarak, ulaşabildiğim kitleye, bildiklerimi aktarmaya çalıştım. Halikarnas Balıkçısı rehberim, Zir. Yük. Müh. Tülay eşim oldu. (Şu şansa bakın ki; oğlum Can ile kızım Ekin baba mekanını mesken tuttu.)
Rehberlik öğrencilerime Türkiye turu yaptırdığım gibi; her düzeyde ders verdiğim öğrencilere en azından Kültürpark'ta ağaç turu yaptırdım. Bu gezilerime, öğrencilerimden başka Sancar Maruflu, Okan Yüksel, Atilla Köprülüoğlu, Elvan Feyzioğlu, Sabah Balta, Sevda Boduroğlu, Nil Sonuç, Sedat Kaya, Sadettin Özbek, Ahsen Günay, Yeşim Alca, Hasan Girenes ve bunlar gibi bir nice iletişimci ve yazarın yanı sıra, Kültürpark'ta görevli memur ve ziraat mühendislerinin de katıldığı oldu.
KÜLTÜRPARK: Güzel Atatürk'ün tanımıyla “Yaşamak, faaliyet” demekti. Onun sağ kolu, İzmir çocuğu İnönü'nün, 1936 İzmir Enternasyonal Fuarı açılış konuşmasında söylediği gibi; “... daha düne kadar yangın yeri olan bu yerde kültürpark kurmak, yüksek bir düşüncenin ürünü” idi. Çölde vaha, İzmir'in bedeninde akciğer idi bu yeşil cennet.
Bu asil düşüncenin mimarı, “İzmir'i yeniden kuran” Belediye Başkanı Dr. Behçet Uz idi. Uz, bu konuda tüm ilgililerin görüşlerini devşirip, senteze varmıştı. “Cumhuriyet'in İzmir Valisi” Kazım Dirik'in maddi ve manevi desteğiyle harikalar yaratmıştı. Şu kadarını yazayım: Çayın taşıyla çayın kuşunu vurmuş; göl açarken çıkan toprağı yığarak, Göl'ün içinde Ada vücuda getirmişti. Uz Başkan, Belediye'deki yetkililerle İzmir'deki ilgililerin yanı sıra, Bodrum kıracını yeşile çeviren Halikarnas Balıkçısı'ndan yararlanmayı da akıl etmişti.
420 bin metrekarelik alanda -ben üşenmeden saydım- 200 kadar ayrı türde 10 bine yakın ağaç, ağaççık ve çalı mevcut. Bunların içinde “endemik” (bulunduğu yere özgü) bitki türleri de az değil. Her biri, gözümüzün ve gönlümüzün gül goncası. Anıtkabir çevresiyle birlikte Türkiye'min en ciddi botanik parklarından biri. Ağaç, dokunsanız kırılacak kristaldir; uykuda gülen çocuktur, nazlı nazenin dilberdir. “Bir ulu ağaçtan bir yaprak düşse, o anda acısını duyar inler.” İnsanın kökü ekmekse, ağacın kökü topraktır. İnsan gibi ağaç da toprak, su, hava ve sevgiyle beslenip büyür. Beşikten mezara. Ağacın yerini, hiçbir buluş ve icat tutamaz. Bu yüzden; “rüzgarda sönmesin diye avuçta taşınan mum alevi gibi” esirgemeliyiz doğanın otunu, çalısını, ağacını...
ÜÇ AĞAÇ: Kültürpark'ta, 200'e yakın türde, 10 bine yakın botanik örneği var ya; ben bunlardan üç örneği, söküp koparmadan Pazar armağanı olarak size sunmak istiyorum. Metafordan öte; siz bunlardan seçtiğinizi, dilediğiniz bir insana benzetin.
Sekoya (Seqoia sempervirene)
San Fransisco'da Golden Gate köprüsünü geçince; “En uzun yaşayan en uzun şeye gidiyorsunuz” tabelaları görülür. Hedef gösterilen, fiktif olarak boyu 200 metreye, ömrü 4 bin yıla ulaştığı bilinen Sekoya (Seqoia sempervirene) ağacıdır. Ulusal Park ilan edilmiş alanda, devrilmiş bir sekoya gövdesinde 2 bin 500'den fazla yaş halkası sayılmıştır. Bazı halkalarda “İskender doğdu”, “İsa Doğdu”, “Amerika keşfedildi” gibi ibareler yazılıdır.
Adını, iri yarı bir Kızılderili reisinden alan bu ağaç, bunca uzun yaşamasını, sahip olduğu sihirli güce borçludur: Yangın halinde, kabuğunda ateşe dayanıklı madde üretmesi. Öyle olmasa bunca yıldırım düşmesine, yangına karşın “sağ” kalabilir miydi?
Anıtkabir eteklerinde bulunduğunu bildiğimiz sekoya ağacının iki fidanı, 1947 yılında Fuar'ın Lozan kapısı girişinden sonra sağa ve sola birer adet dikilmiş. Sağda, koşu pistini geçince görülen ağaç, yaklaşık 40 metre boya ulaşmıştı. “Ulaşmıştı” diye yazıyorum; zira son zamanlarda bu muhteşem ağacın üst dallarında kuruma gözüme çarpıyor. Umarım kökleri tuzlu deniz suyuna ulaşmamıştır ve dilerim Kültürpark'tan sorumlu ağaç bakanları bu korkunç duruma bakarlar!
İkinci Sekoya ise, Pakistan Pavyonunun batısında. Ama o, başka ağaçların sıkıştırması yüzünden biraz güdük kalmış. (Ey okurum; şimdi sen, Sekoya'yı, tanıdığınız insanlardan hangisine benzetiyorsun?)
Günnük (Lyquidamber orientalis)
Adından başlayayım; “Doğa'nın Anadolu'ya tanıdığı bir imtiyaz (ayrıcalık) olan” bu ağaca ben bildim bileli “Günnük” denilir: Günnükbaşı, Günnücek, Günnük ormanı. Dil alışkanlığı yüzünden bunu “Günlük”e çevirdik(!) “Ruzname”, “Günce” gibi. Orman Bakanlığı bu ağacın plantasyon alanlarına “Sığla fidanlığı” tabelaları asıyor. Oysa “sığla”, günnük ağacından çıkarılan reçine ve yağın adı. Bir de rahatsız olduğum durum: Bilir bilmez birçok kişi, bu ağaçtan Amerika'da, Çin'de bulunduğunu haykırıyor. Kardeşim, bana inanmıyorsan bilimsel ad(lar)a bak. Bizdekinin adı “Lyquidamber orientalis”. Bunun Amerika'da, Çin'de ne işi var? Çin'de görülen benzer ağacın bilimsel adı “L.cinensis”; yetmez mi?
Doğa koşullarının zorlamasıyla bu ağaç, ilkçağda Karia-Lykia, Ortaçağ'da “Menteşe”, günümüzde “Muğla” adıyla anılan, güzel haritamızın güneybatı köşesi. Hadi size bir bilgi vereyim de sevinin: Bergamalı Hekim Galen'den (M.S. II. YY) beri, ülsere karşı kullanılan üç bileşimden biri sığala yağı (diğerleri bal ve tereyağı). Bu eşsiz nimetin kadrini, kıymetini biliyor muyuz? Siz daha iyi bilirsiniz. Birkaç 10 yıl önce, kimya ve parfüm sanayisinin hammaddesi olarak ihraç edilen bu eşsiz ürünümüzün üretimi yok denecek düzeye indi. (Gelin bu Anadolu dilberini Lokman Hekim'e benzetelim.) Not: Gökova bahçemde dikilmiş, büyümüş bulunuyor!
Pavlonya (Pavlowinia)
Sevgili öğrencim ve kardeşim Erdal İzgi, bu Pavlonya ağacının marifetlerini öğrenince sabredememiş; Kültürpark'ta 26 Ağustos ile Göl arasına 9 (dokuz) adet dikmişti. Andığım ağaç yılda 5-6 m boy sürüyordu. Birkaç yıl içinde dal dala sürtünmeye başladı. Oysa ağaçlar bunu sevmez; başka ağaç kendisine dokununca kaçacak delik arar. Çaresiz dokuz ağaçtan üçü kesildi. Bu da yetmedi, birkaç yıl sonra altı ağaç da birbirini taciz (pardon, rahatsız) etmeye başladı. Nihayetinde üç kök Pavlonya kaldı. Haa, iki de İsmet İnönü Sanat Merkezi'nin kuzeyinde, Nazım Hikmet anıtının batısında yükseliyor bu çok amaçlı ağaç. “Çok amaçlı” dedim, çünkü, dünyanın en hızlı büyüyen ağacı olduğu için, kerestecilikte, özellikle kağıt üretiminde kullanılıyor. Kavağa kıyasla çok daha çabuk geliştiği için, çiftçilerimizin bu ağacın dikimine eğilmesi öneriliyor.
Görüyorsunuz; “ağaç deyip de geçmemek gerek”. Şadan Gökovalı'nın (o kişi ben oluyorum) dediği gibi; “zararlı sayılan bitki, yararını henüz bilimin saptayamadığı bitkidir.”
Şu sözü de, en büyük söz ustası Türk halkı söylüyor:
“Mevlam bin bir dert vermiş /
Beraber derman vermiş...”
Ne ararsan doğada ve onun bir yaratıcısı olan insan da ara!..
***
Eski çağlardan beri birçok toplumda ağaçların ruhları olduğuna inanılır. Söylencelerde birçok insan, çeşitli nedenlerle ağaca dönüştürülmüştür. Bunlar arasında; defne olan Daphne'yi, çam olan Droype'yi, kavak olan Lampetie'yi, lotus ağacı olan Lotis'i, fındık olan Karia'yı, mersin olan Smyrna veya Myrna'yı, badem olan Phyllis'i ve incir ağacı olan Syka'yı anıp sevgiyle kucaklamış olalım...
(FİNALDE MÜJDE: İzmir'i emanet ettiğimiz Başkan Kocaoğlu'nun ön görmesiyle Kültürpark'taki güzide ağaçlarımızın künyesi çıkarıldı ve hepsi sigortalandı. Ancak benden iyi biliyorsunuz ki; ağacı sevgi korur. Seveni severim...)