Geçen haftaki yazıyı, “neşeli” örneklerle konuya sürdüreceğimizi belirterek bitirmiştim. İçimdeki kederi, derin üzüntüyü unutarak nasıl yapabilirim, bilmiyorum.
Ziynet Sertel’i yitirdik, “gidenler” defterine bir güzel insanımızın adını yazdık. Atilla Sertel dostumun yoldaşı Ziynet, çalışkanlığı ve kişiliğiyle İzmir’e rengini düşüren bir değerdi. Atilla’nın siyaset denizine yelken açma sürecinde, arkadaşımı daha da yakından tanıma fırsatım oldu. Sonrasında gazetecilik, yayıncılık uğraşıları içinde onu izlemek, kiminin parçası olmaya çalışmak unutulmaz değerler olarak kalbimde ve belleğimde kalacak. Kuşkusuz bu kent, sevenleri ve iz bıraktığı yerler onu hiç unutmayacak, unutmayacağız. Bir kere daha hayatın başı sağ olsun.
Konuya geri dönmeye, meramımı dillendirmeye çalışayım.
Hayatın her alanında olduğu gibi, sanat da bilgi, görgü, entelektüel bir bütünsellik, tutarlık ve duruş istiyor. Bugün haklı olarak eleştirdiğimiz, sözüm ona kentleri güzelleştirmek, onurlandırmak, şu hiç ısınamadığım tarifle “marka” olduğunu cümle âleme göstermek için yapılan “heykellerin” saçmalığı, elbette bilgi-görgü-duruş sefaletinin yansımasıdır. Gün geçtikçe bu örneklerin çoğalması ve bir öncekine rahmet okutacak kadar zevksiz, özsüz ve estetikten nasipsizliğe boğulması, yalnızca genelde sanat özelde heykel adına değil, insani gelişmişlik kalitemiz hakkında da hazin bir göstergedir. “Bizde taş mı yok, alıp götürsünler” diyerek, birikimlerimizin dilim dilim yurt dışına çıkmasına yol açan iradeden, bugün heykel sanatından medet ummaya çalışan görgüsüzlük ve zevksizlik arasındaki yolculuk, hayli yüksek lisan ve doktora tezine esin verecek “zenginlik” arz etmektedir. Bu işin bir yanı.
Konuyla ilgili kaynaklarda uzun uzun anlatılır. Uzun yıllarımıza mal olan gericiliğin ve safsatanın egemenliğinde, aradığı özgürlük ve yaratıcılık alanını bulamayan heykel, kendini gösterme olanağı bulduğunda militarist ve törensel bir çerçeve öngörüsüyle karşılaştı. Gerekçeleri ne kadar doğru ve anlaşılır olsa da, bir aidiyet ve saygı gösterisinin parçası olarak algılandı. Bu durum, bir genelleme halinde hala geçerlidir ve “sanat toplumbilimi” adına yol göstericidir.
Cumhuriyet ve aydınlanma düşmanlarının, ikide bir bu ülkenin başöğretmeninin heykellerine saldırması, vandallığın gözü dönmüşlüğü kadar, o heykellerin simgelediği değerlerden nefret eden ve ortadan kaldırmaya yeminli gericiliğin de bir yansımasıdır. Bu tipleri “meczup” olarak nitelemekle yetinerek, “münferit” olarak geçiştirerek, bu gerçekliğin gözümüzden kaçmasına izin veremeyiz. Ortadoğu’nun güzelim birikimlerine saldıran dinci katillerin yaptıklarını unutmayalım. Bu alçaklar ele geçirmeye çalıştıkları toprakları “kâfir putlardan” temizlerken, o toprakların birikimlerini kimlere pazarladığını ve elde ettikleri paralarla hangi kıyım araçlarını edindiklerini de unutmayalım. Sözde “neşeli” olacaktım, değil mi?
Güzel Sanatlarda henüz birinci sınıfta, yazarlık hocam Turgut Özakman’ın benden habersiz gönderdiği “Mavi Pullu Balık” adlı çocuk oyunumun, Adana Şehir Tiyatrosunda sahneleneceğini öğrendim, ilk gösterime davet edildim. 12 Eylül karabasan halinde sürüyor, her yerde olduğu gibi, üniformalılar yönetici koltuklarında oturuyorlardı. Adana Belediye Başkanı da, (emekli miydi, anımsamıyorum) bir askerdi. Oyundan sonra, benimle tanışmak istediğini söylediler, götürdüler. Koltuğunu lebalep dolduran biriydi, izlemediği halde oyunu övdü, vatanperver oyunlar (!) yazmamı tembihledi ve “esas” konuya geçti. Adana’nın her yerini heykellerle donatmaya kararlıydı, düşündüğü sayı 3 bin 5 bin arasındaydı ve o heykelleri benim yapmamı istiyordu. “Güzel bir düşünce de, ben oyun yazarıyım, heykelden anlamam, isterseniz kimlerle konuşabileceğinize bakarım” demeye kalmadan, sözümü kesti. “Heykel yapmakta ne var yahu! Benim torun bebekleri ortadan kesiyor, içlerini alçıyla dolduruyor, bir gece bekletip açıyor, al sana heykel! Sen de öyle yaparsın, her sokak başına bir tane koyarız!” Şimdilik bu kadar. Yeri geldiğinde ötekileri de anlatırım. Bizim memlekette bundan kolay ne var!