Bu yazı sadece kendi bahçelerini sulayanlara ithaf olunur!
“Seyreyliyorum Âlem-i İzmir’i Dehşet ile” başlıklı yazımı dördüncü yazı kabul edin. Bugün “beş” diyoruz. Yine söylemeliyim ki, cesaret ve ciddiyet sahibi okurlarım arayıp düşüncelerini söylediler. Yazıyla gelen düşünceler de var. Eleştiren, eksik olduğunu söyleyen, takdir eden… Hepsine kalbi teşekkürlerimi arz ediyorum. Ama bugün başlangıçta sevgili İzmir beyefendisi Yılmaz Temizocak’a teşekkür ediyorum özel olarak. Tanrı ona sağlıklı günler versin. Tam bir İzmir beyefendisi olarak düşüncelerini paylaşma nezaketi gösterdi.
Lakin ben İzmir Ticaret Odası Başkanı Bay Özgener ile Sanayi Odası Başkanı Bay Yorgancıoğlu’nun da aramalarını beklerdim. Ama sanıyorum ki “üzerlerine” alınmadılar. Oysa İzmir Ticaret Odası “kültüre sahip çıkma” konusunda mahirdi, takdirlik işlere imza atmıştı. Ekrem Demirtaş döneminde yayımlanan “İzmir Ticaret Odası Tarihi” adlı eseri ben bir kez daha şimdiki başkan Bay Özgener’e tavsiye ediyorum. Akşamları beş sayfa okumayla başlayabilir. Ama İzmir Ekonomi Üniversitesi yayınlarının yeniden ele alınışını beğendim. Başına da çok önemli bir ismi getirmişler. O da bir beyefendi. Bir Ege evladı olarak Raşit Çavaş’ın çok iyi işler yapacağı bence şüphesiz. Hatta Erkan Serçe üstadımızın “Kervan Köprüsü” adlı eserini yayınladılar ki, muhteşem.
Gelelim bugünkü hassasiyetimize. İzmir sermayesi kültür işlerinde daha çok “izleyici” konumunda. Tamamen yok değiller. Değiller ama çabaları sadece “kendilerine” yönelik. Oysa “kültür” ve ürünleri toplumsaldır. Halkın her türlü yaşayışı “kültürdür”. Zenginlerin fakirlerle tek ortak noktası iki grubun da “insan” oluşu ve aynı toprağa gömülecek olmalarıdır. Bunu tekrar etmekten ben usandım.
İzmir’de birden fazla “iş insanları” örgütü var. ESİAD, EGİAD falan… Bunun dışında kulüp ve moda deyimle “kültür” başlıklı “platformlar” da İzmir’de bulunuyor. Bulunuyor ama “kendileri çalıyor, kendileri oynuyor.” Bu örgütler çok sınırlı zamanlarda, gerçekten önemli kitapları da yayımlarlar. Son zamanlarda Folkart gibi bazı büyük inşaat şirketleri de “kitap” çıkarmaya meyletti. İyi de şimdi sormak lazım, bu yayımlanan kitaplar kimlerin eline geçiyor? Kimler gerçekten okuyor? Burada kitapların isimlerinden bahsetmeyeceğim. Ama bazı kitaplar var ki, genç yaşlı tüm kitap okurlarına sunulmalı. Sunuluyor mu? Hayır! Peki, biz nasıl deriz ki “İzmir iş dünyası kültürü destekliyor?”
Bunun adı destek değildir ki…
Artık uzatmayacağım dostlar. Çünkü İzmir iş dünyası kendi doğdukları ve doydukları kentin basınını takip etmiyor. Onlar çoğunlukla İstanbul’un nevi şahsına münhasır “medyalaşmış” basınını takip edince, sanıyorlar ki şan oluyor. İstanbul gazetelerini, İstanbul televizyonlarını ciddiye alan kent sermayesinin İzmir’e “hayrı” değil “şerri” olur ancak.
Ben burada kesiyorum bu diziyi… Çünkü İzmir iş dünyası için “kültür” sadece bir “mahalle” adından ya da mantar türünden ibaret.
Oysa biraz sokağa kulak verip gözleseler, önce baba ve dedelerinin kemiklerinin sızladığını duyacaklar. Boşuna demiyorum ve yine soruyorum: Neden Basmane, İkiçeşmelik harap ve bitap?
Son sözüm şudur; Küçüklü, büyüklü tüm İzmir sermayesi takkesini önüne alıp düşünmeli. Özellikle 1950 sonrası sadece ve sadece kendi bahçelerini suladılar İzmir’de, kendileri için “sonu olan” otoyol bile yaptırdılar Çeşme’ye, kendileri gibi düşünen siyasilere. Eğer gerçekten İzmir’i önemsiyorlarsa biraz da İzmir’in tüm bahçelerini sulasınlar. Çünkü “oyun bittiğinde şah da, piyonlar da aynı kutuya konur.” demişler.
YAZ “YAZ” GİBİ, TEMMUZ “TEMMUZ” GİBİ DEĞİL!
2021 yılının yedinci ayını yaşıyoruz. “Temmuz sıcağı” var ama bazen hava öyle bir değişiyor ki, hem serin hem fırtına tadında. Benim gibi yüksek katlarda oturanların eğer karşılıklı pencereleri açıksa, bir anda hortumlar oluşuyor salonlarda.
Normal mi bu?
Ben uzman değilim. Ancak 52 yaşımın bana verdiği geçmişe dayalı hatırlamalarımla cevap verebilirim. Hayır değil…
Bazı uzmanların yazdıklarını okuyorum, dehşete düşüyorum. Su başta olmak üzere tüm doğal gereklerimiz tehlikedeymiş. Yer altı suları azalıyor, obruk tehlikeleri artıyormuş. İzmir ve çevresinde “ciddi deprem” riskleri artıyormuş. Önümüzdeki elli ya da yüz yıl içinde insanlığı nelerin beklediğini tahmin etmek bile istemiyorum.
Neydi o denizlerdeki salya hâli? Ne oldu da deniz yüzeyleri iğrenç bir görünüme büründü?
2009 yılında gösterime sokulan bir ABD filmi var, adı “2012.” İzlediniz mi bilemem. Ama ben kaç kere izledim, hatırlamıyorum. Sağ olsun bizim TV’ler, durmadan aynı filmleri yayınlıyor nasıl olsa.
2012 filminde muhteşem deprem sahneleri var. Yer kabuğu falan kırılıyor dipten. Filmde o kadar çok ölen var ki…
Ama ölmeyenler de var…
Dünyanın sularla kaplanacağını öğrenince dünyanın kodamanları, devlet adamları marifetiyle Çin’e kocaman gemiler yaptırıyor. Seçmece şekilde de “insan numuneleri” hayvanlar, paha biçilmez kültür hazinelerini alıp gemiye koyuyorlar.
Ha ben “insan numuneleri” dedim ama devlet görevlileri dışında ancak “parası çok” olan “insan numuneleri” kabul ediliyor. Sonra gemiler yola çıkıyor, sular çekiliyor, kara parçaları ortaya çıkınca da “yeni dünya” kuruluyor falan filan.
Böyle garip bir temmuz yaşayınca, ister istemez yeniden düşündüm.
Bu Amerikalılar'ın tüm aksiyon felaket filmlerinde bence ileriye dönük mesajlar var. Arada bir de NASA yayın yapıyor ya Mars gezegeni ile ilgili…
İster misiniz dünyanın içine edenler, bizi burada bırakıp başka gezegenlere kaçsın?
Valla olmaz olmaz demeyin… Kapitalizme gönül vermiş kim varsa şüphe duyarım. Saçma sapan yerlere HES, RES, taş ocağı, maden ocağı ruhsatı verenler, derelerin yataklarını değiştirenler, ormanların canına okuyanlardan nasıl bekleriz ki “doğayı ve geleceği” sahiplenme?
Mümkün değil…
Valla gülmeyin… İnanmıyorsanız 2012 adlı filmi bir daha izleyin. Sonra 1999 depremini ve sonrasındaki depremleri, hatta geçtiğimiz Ekim’de İzmir Bayraklı’nın yaşadıklarını düşünün.
Bu kadar uzmanın uyarılarına rağmen 1999’dan beri kılını kıpırdatmayanlar, “bir yerlerde” başka gezegenlere kaçma hazırlığı yapıyorsa vallahi şaşırmam!
Nerede eski temmuzlar, mahallelerimizde açık hava sinemaları olurdu. Giderdik “iki film birden” izlerdik tahta sandalyeler üzerinde. Cincibir gazozu ile sucuklu sandviç alırdık “aralarda…” Tabii avuç avuç yediğimiz çiğdemleri de hatırlıyorum.
Sahi o yıllarda Amerikalılar, kovboy filmi dışında film çeviriyor muydu acaba?
***
BİRKAÇ NOTUM VAR
- Bayram geliyor… Çok çalışan, çok üreten ve paraya da ihtiyacı olmayan bir ülke olduğumuz için, sanırım 15 Temmuz’dan 26 Temmuz’a kadar “izindeyiz.” Biz bu “izinde” sözünü yanlış anladık galiba. O ayrı konu ama Kurban Bayramı dini bayram ve din otoriteleri “4 gün” demiş. Nasıl oluyor da Diyanet İşleri, 4 gün olan “bayramı” turizme havale edip 11 gün yapıyor? Ama 15 Temmuz var değil mi? Bu yıl “15 Temmuz” için ben de “iki kelam” edeyim…
- Yazacak konu çok… Size “bayramlık” konular hazırlıyorum. Ama benden Çeşme hikâyeleri beklemeyin. Gitmem de, yazmam da…
- Bayraklı deprem bölgesi ile ilgili yazdıklarım bazı “dış ve iç minnaklar” tarafından öfkeyle okunuyor, benim derdimin ne olduğu sorgulanıyormuş. Lütfedip, biraz vicdan ve insafları varsa ararlar, anlatırım. Bu yaştan sonra müteahhitler ve yancılarına selam bile vermek gelmiyor içimden.
- AK Parti İzmir İl Başkanlığı’na gidişimi bugün yazmadım. Ama yazacağım. Telaşa gerek yok.