Geçen hafta İzmir’de Müslüman olan ilk İngiliz John Sawyer’i yazmıştım. Bu hafta İzmir ile İngilizler’in bir başka ilişkisini ele alma niyetindeyim. 17. Yüzyıl başlarında İzmir’in transit liman kenti olarak yükselmeye başlaması; İngiliz, Fransız ve Hollandalılar’ın domine ettiği bir ticari sürecin de başlangıcı olmuştu. Erken dönemde özellikle 17. Yüzyıl ikinci yarısında bu ticaret üzerinden İngiltere ve Hollanda arasında ortaya çıkan rekabet deniz savaşlarına kadar ileri gitmiştir. Süreçten zaferle çıkan İngiltere, ilerleyen yüzyıllarda Avusturya ve Rusya imparatorlukları, Belçika, İsviçre, İtalya (1860’lardan sonra) ve Almanya’nın sürece dâhil olmasına rağmen İngilizler kentin ticaretinde baskın rol oynamayı I. Paylaşım Savaşı sonuna kadar kesintisiz sürdürmüştür…

İngilizler’in kentle sürdürdükleri ticari ilişkinin boyutu süreç içinde genişleyerek kültürel ve siyasi alanı da kapsar olmuştur.

KAHVENİN KISA ÖYKÜSÜ

Kahvenin yetiştirildiği ve hangi toplumlar aracılığıyla kitlesel kullanıma kazandırıldığı üzerinde çok zengin bir kaynakça vardır. Kahvenin Osmanlı İmparatorluğu’na ve dolayısıyla Türklerin kullanımına Araplar aracılığıyla geçtiği de bilinen bir konudur. Bu konuda somut bilgiler olduğu gibi birçok rivayetin varlığı da söz konusudur; Arapların dünyasında kahvenin ilk ne zaman kullanıldığı, Müslümanlığın kahve konusundaki ilk tepkileri, kahvenin adının nereden geldiği de üzerinde durulan konular olmuştur.

Ben burada, Osmanlı ve Türkler aracılığıyla kahvenin Avrupa’ya geçişi üzerinde duracağım. İstanbul’da ilk kahvehanelerin 1554 yılında Halepli Hâkim ve Şamlı Cem adlı iki tüccar tarafından açıldığı ve “Mekteb-i İrfan” adıyla anıldığı bilinmektedir.

Avrupa’nın bu lezzet ile isim olarak da olsa ilk tanışması aynı dönemde olur; Osmanlı’ya esir düşerek uzun yıllar Türkler arasında yaşamak zorunda kalan Antonio Menavino, esaret günlerini aktardığı kitabında, Türklerin içecekleri kısmında kahveden de söz eder. Bundan 10 yıl sonra seyahatnamesini yayınlayan Fransız botanikçi-seyyah Pierre Belon (1517-1564), kahve bitkisini Afrika’ya özgü zannederek Arabistan’ın bitkisi olarak tanımlamıştır.

Almanlar açısından kahveden ilk söz eden isim ise 1573-1578 yılları arasında Doğu’da yaşayan ve Doğu’nun çeşitli bölgelerinde yaşayan Alman Hekim ve Botanikçi Leonhard Rauwolf olmuştur. Kahvenin uzun zaman şifa amacıyla içildiği bilinmektedir. Rauwolf da bu kullanımına dikkat çeker, özellikle mide ağrılarına karşı… Rauwolf, kahveyle karşılaştığı İran ve Arabistan’da içme ritüelini de aktarır ve bugün bizim içme ritüelimizden hiçbir farkı yoktur.

Ünlü hümanist Pietro della Valle de 1615 yılında Doğu yolculuğu sırasında bulunduğu İstanbul’dan aktardığı bilgiler arasında kahveye de yer verir; “Türkler, siyah renkli bir içecek içiyorlar. Onlar bunu yazın serinlemek, kışın ise ısınmak için içiyorlar. Yani aynı içeceği hiç değiştirmeden iki farklı amaç için kullanıyorlar. İştahlarını kapatmasın diye, yemekten önce değil de genellikle yemekten sonra içiyorlar.”

İran’a elçi olarak giden İngiliz Thomas Herbert ise 1626 yılına dair raporunda şu bilgiye yer verir, “Acemlerin ‘Coho’ veya ‘Copha’ dedikleri şeyden daha çok sevdikleri bir şey yoktur. Türkler buna ‘Caphe’ derler.”

Bu ön bilgiden sonra, sırasıyla Fransızların, Almanların/Avusturyalıların ve İngilizlerin kahve ile nasıl tanıştığına bakalım.

KAHVE PARİS’TE

Sultan IV. Mehmet, 1669 yılında Paris’e bir elçi göndermeye karar verir. Gidecek olan elçi de Çavuş Müteferrika Süleyman Ağa’dır. Ziyaret edeceği Fransa Kralı ise 1638 yılında doğan, 1643 yılında kral olan, 1654 yılında taç giyen ve Süleyman Ağa’nın elçiliği sırasında 31 yaşında olan Versailles Sarayı’nı -av köşkünden saraya dönüştürerek- genişleterek kullanmaya başlayan ve “l’État c’est moi” (Devlet Benim) sözüyle de tarihe geçen Fransa Kralı XIV. Lui’dir.

Süleyman Ağa, Paris’te Versailles Sarayı’nda kabul edilir. Kral hatta Paris bu ziyaret için -Kral’ın giyeceğinden sarayın hazırlanmasına kadar- özel olarak hazırlanmıştır…

Bu karşılaşma için çeşitli yorumlar vardır; Süleyman Ağa’nın reverans yapmayarak sadece başını hafifçe öne eğerek sağ elini kalbinin üstüne götürmekle yetinmesinin sorun oluşturduğu, Kral’ın Süleyman Ağa’nın huzurdan alınmasını istediği, Süleyman Ağa’nın ve maiyetindekilerinin giyiminin basitliğinin törene zarar verdiği gibi…

Süleyman Ağa’nın Paris’te yerleştiği ve ikamet ettiği yer, Parislilerin merak ve ilgi odağı haline gelir. İçerideki yaşama ilişkin çeşitli söylentiler dolaşmaya başlar ve bu söylentiler dışarıdakileri daha da meraklı hale getirir. Acemlerin su kültüründen İstanbul’un gül kokularına kadar her şey dillerde dolaşır. İçeri girebilen Parisliler burada kahveyle tanışırlar…

Süleyman Ağa, Paris’in seçkin kesimlerine yani aristokrasisine kahveyi tanıştırmış olur. Kitlelerin, sıradan Parislilerin kahveyle tanışması için daha iki yıl beklemek gerekecekti. Yine Osmanlı coğrafyasından gelen Ermeni Pascal, Paris’te Saint-Germain Meydanı’nda ilk kahve dükkânını açarak kahvenin Paris’te aristokrasiden sonra sıradan yurttaşlara da ulaşmasını sağlamıştır.

KAHVE VİYANA’DA

Franz Georg Kolschitzky aracılığıyla kahve Avusturya’ya ulaşmış ve Viyana’daki ilk “cafe”, Polonyalı Kolschitzky tarafından açılmıştır. Sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa komutasındaki Osmanlı ordusunun Viyana’yı 1683 yılında ikinci defa kuşatması sırasında Kolschitzky Viyanalılar için büyük yararlılık göstermiştir. Daha önceleri İstanbul’da bulunan ve Türkçe de öğrenen Kolschitzky, kuşatma sırasında Türkçe konuşmasının yararını görmüş ve Türkler arasından geçip giderek kaleye yardım getirmeyi başarmıştır. Bunun karşılığında da Viyana’da işyeri açma ruhsatı alan Kolschiztky, kuşatmadan arda kalan Osmanlı ganimetleri arasında bulunan kahve çuvallarını da alarak Viyana’da ilk kahve dükkânını açmıştır. Burada Türk kıyafetiyle servis yapan Kolschitzky’nin heykelini Viyanalılar 12 Eylül 1885’te -Kahlenberg Savaşı’nın yıldönümünde- Favoriten Sokak’ta köşe binaya dikerek ona minnetlerini göstermişlerdir.

KAHVE LONDRA’DA

İngiltere’ye kahvenin ilk gidişi ile ilgili iki görüş vardır. Birincisi bir Rum öğrenci aracılığıyla İngiltere’ye kahve Oxford Üniversitesi’nde girmiştir. Ancak kahve Oxford’ta sadece içilmiştir. Öteye gitmemiş yani bir kültüre dönüşmemiş veya bir “cafe”nin açılmasına öncülük etmemiştir.

Bunun için yani Londralıların kahveyle tanışması ve “cafe”ye gidip kahve içebilmeleri için İzmir’den ülkesine dönen Daniel Edward adındaki İngiliz tüccarı beklemek zorunda kalacaklardır.

Ticaret için İzmir’de bulunan Levant Company tüccarı Daniel Edward, 1650’li yılların başında İzmir’de işlerini bitirmiş gemiyle İngiltere’ye dönecektir. Genç girişimci, İzmir’de tanıştığı kahveden de hatırı sayılır miktarda yanına alır. Kendisi bu işi yani kahve pişirmeyi bilmediği için de Pasquee Rosee adlı (Bu şahsın Paşa Rıza adlı bir Türk olduğuna dair bilgiler de söz konusudur!) bir Rum’u da İngiltere’ye yanında götürür. Rum’un nereden olduğu konusunda iki görüş vardır; Edward, Pasquee’yi İzmir’den yanına almıştır ya da gemisinin uğradığı Ragusa’da (Dubrovnik) karşılaştığı Pasquee’yi Londra’ya götürmüştür.

Her halükarda kahveyi 1650’li yıllarda Daniel Edward adındaki İngiliz tüccar İzmir’den götürmüş ve Rum Pasquee aracılığıyla Londralılara sunmuştur…

Pasquee’yi kendisine kahve pişirmesi için yanında Londra’ya götüren Edward, sabah kendisini ziyarete gelenlere de kahve ikram etmeye başlayınca evdeki ziyaretçi sayısı her gün biraz daha artar. Bu işin içinden çıkılmaz hale geldiğini gören Edward, çözümü Pasquee’nin Londra’da bir “cafe” açmasında bulur. Bu defa da birahane sahipleri halkın ilgisini çeken bu içecekten ve işletmecisinden -yabancı olduğu için- şikâyetçi olur ve belediye başkanına başvururlar… Bunun üzerine belediye başkanı, arabacısı Bowman’i Pasquee’ye ortak yaparak çözüm bulur. Ancak bu da yetmez, “cafe”de bira da satılacaktır. Buna da “peki” denir.

Bu arada James Farr adındaki Londralı berberin de ilgisini çeker bu hoş kokulu sıcak içecek ve o da berberliği bırakarak Londra’da bir “cafe” açar… Bu defa birahane sahipleri Farr’ı mahkemeye verirler, “Mesleği sakal kesmek olan berber James Farr, adına kahve dediği ve kaynattığı sıcak bir şeyi dükkânında satmaktadır. Bu içecekten yayılan koku ve kaynatmak için gün boyu yaktığı ateş çevredeki hayat için tehlike arz etmektedir.”

Bu şikâyetle de son bulmaz Londra’daki kahve macerası… Bu maceranın ilk evresinin son bulması 1666 yılındaki Büyük Londra Yangını ile olur. Yangında James Farr’ın “cafe”si de yanar, kül olur… Ancak Londralılar kahvenin tadını almışlardır ve bir daha bırakmaya da niyetleri yoktur…

Her zaman söylemişimdir, İzmir’in tarihini yazmadan Avrupa Tarihi’ni yazmak eksik olur…