Sait Faik ABASIYANIK, 115 yaşında dostlar...
18 Kasım 1906'da; Osmanlı'yken ortalık henüz, Adapazarı'nda doğdu Usta… 1906 yılındaki 18 Kasım tarihi, Ramazan Bayramı’nın ilk günü olduğu için uğurlu anlamına gelen Sait ismi verilir... Bu isme; büyük dedesinden Mehmet, babası ve amcasından da Faik eklenir... Soyadı ise, ailenin lâkâbı ABASIZZADELER’den gelir...
Annesi Makbule Hanım, otoriter ama açık fikirli biridir… Anne, oğul arasındaki özel bağ hayatında belirleyici olmuştur... Babası Mehmet Faik Bey, Kurtuluş Savaşı yıllarında Adapazarı Belediye Başkanlığı yapar... Sait Faik ile babasının arası, babasına yazdığı mektuplardan da anlaşıldığı üzere mesafelidir…
***
“Sizi bekliyorum... Sizi göreceğim, içimde bir şey koşacak. Siz görmeden geçeceksiniz. Ben kederle sevinci duyup dalacağım istediğim âleme. Dünyayı yeniden kederlerle kuracağım. Sonra çarşılardan çarşılara, insan sesleri arasında, her şeyi sizinle kurulmuş bir şehirde dolaşacağım…
Herkes geçti, siz geçmediniz... Yüzünüzü göremedim. Bayramım, çocukluk bayramım salıncaksız geçmiş gibi gözüme yaş doldu. Soğuktan mı titriyordum, yoksa heyecandan, üzüntüden mi, bilmem? Havuzun suyu bulanık. Kapının saatleri 12’yi geçmiş. Kanepelerde kimseler yok. Tramvay ne fena gıcırdadı! Tramvaydaki adam bir tanıdık mıydı, acaba? Ne diye öyle dönüp dönüp baktı? Yoksa kimselerin oturmadığı kanepelerde bu saatlerde yalnız pek başıboşlar mı oturur? Kimseler aşık değil mi bu şehirde? Kimseler, bir meydanın kanepesinde kimseyi beklemeyecek mi, yüzünü bir dakika görmek için kimsenin?” böyle anlatır yine yaşama bakışını, duygularını, 1952 yılında yazdığı ve “Havuzbaşı” ismini verdiği hikâyesinde…
***
Edebiyatla ilgilenen ve seven çoğu kişiyle birlikte, Mina URGAN'a göre de; Sait Faik, Türkiye'nin en iyi hikâye yazarıdır...
Ne dersiniz? Sait Faik'i, Mina URGAN'ın ağzından dinleyelim mi?; "Benim için edebiyatın özü, Şiir'dir... Ve Sait, öykülerinde Şair'dir... Ne gariptir ki; ancak Şiir yazarken, Şair'liğini bir miktar yitirir gibi olur..."
Böyle başlıyor Mina URGAN... İngiliz edebiyatının en önemli eserlerini Türk edebiyatına kazandıran, Türk-İngiliz Edebiyatı Profesörü, Yazar, Filolog ve Çevirmen, Sait Faik'in yakın arkadaşı… Ve devam ediyor: "Ece AYHAN’ın Morötesi Requiem’de; 'Çakır gözlü, mor dudaklı ve patlak gözlü sarışın!' diye betimlediği Sait Faik’in gözleri, hiç de patlak değildi bana kalırsa... Ama içkiyi biraz fazla kaçırınca, 'Gözlerin tavada pişmiş balıkgözüne dönmüş yine!' diye O'na takılırdım...
Sait Faik; kılık kıyafeti ve davranışlarıyla, yazar-çizer takımının aydınlarına hiç mi hiç benzemezdi... Koltuğunun altında kitap taşımaz, okuduklarını anlatmaz, düşüncelerini öyle iddialı savunmaya kalkmaz, kişiliğini ikide birde ileri sürmez, kendinden hiç söz etmezdi...
Sait Faik ile tanışanlar, bir halk adamı sanırlardı O'nu... Hakları da vardı. Çünkü Sait Faik gerçekten bir halk adamıydı...
Sait Faik; ömrünü sürekli bir âvârelik içinde, Burgaz’da ya da Beyoğlu’nda dolanmakla geçirirdi... Çoğu zaman; sinemaların önündeki fotoğraflara, boş gözlerle bakarken rastlardım O'na...
Bu kadar çok yazmaya, nasıl vakit bulduğuna aklım ermezdi... Odasına kapanıp, masasına oturarak yazı yazmadığını kesinlikle biliyordum...
Balıkçı kahvelerinde, sandallarda, Adalar vapurlarında, meyhanelerde, gözlerden uzak köşelerde, cebinden çıkardığı buruşuk kâğıt parçalarına bir şeyler karalardı hep dizinin üstünde...
Sait Faik, öteki yazarlara kıyasla çok talihliydi... Geçim derdi yoktu... Ekmek parasını kazanmak için, didinip durmak zorunda değildi... Annesi, O'na her gün belirli bir harçlık verirdi... İçki dışında hiçbir lüksü olmadığından, o parayla rahat idare ederdi...
Böyle bir annesi olması; O'nun için de, bizler için de bir nimetti... Yoksa küçük bir çocuk kadar savunmasız olan Sait, yaşam kavgası denilen o kepaze felâket içinde heba olup gidecek; ya az sayıda, ya da hiç öykü yazamayacaktı...
Sait Faik ile iletişim kurmak güçtü... Oradan oraya gezerdi... Burgaz adasındaki evinde de, oturmazdı çoğu zaman...
Adaya gitseniz de bulamazdınız O'nu... Belirli bir kahveyi, ya da meyhaneyi de mekân edinmezdi kendine... İçkili olunca ise iletişim tümüyle kopardı...
Öykülerinden de anlaşılacağı gibi, Sait Faik’in bir eşcinsel yanı gerçekten de vardı... Ama bana kalırsa, biseksüel olan Sait’in eşcinsel dürtüleri; uygulamaya konulmayan yani plâtonik kalan, fakat çok yoğun bir duyguydu...
Buna karşılık; Sait’in kızlara âşık olduğunu, hem de ölesiye âşık olduğunu, çok yakından biliyorum... Hem bana kendi anlatırdı! Hem de gözümle gördüm yaşadığı aşkları..."
***
Bu doğum günü öncesinde; Sait Faik'in bir hikâyesiyle birlikte, Sait Faik'in hikâyesini anlatmaya çalıştım size... Kalemim elverdiğince…
O'nunla erken yaşlarda tanıştıysanız; insana ve Sevgi'ye olan inancınız-umudunuz, başınıza ne gelirse gelsin bâki kalır...
Hayvanlara, mahallenin delisine, diğerlerinden başka duran çocuklara, diğerlerinden başka başka insanlara, ötekilere, ötekileştirilenlere, farklılara, farkındalığı olanlara, aykırılara, ayrıksılara, çapulculara, berduşlara, salaş meyhanelere farklı gözle bakarsınız...
Sait Faik hikâyeleri okumak; insanı geri dönmemecesine değiştirir, pişirir... Kulak memesi kıvamına gelinceye kadar da; yoğurur, yontar... 'Sinağrit Baba’yı bilen insan, denize hürmet duyar mesela...
O'nun hikâyelerini okuduktan sonra; Adanın balıkçılarını, Beyoğlu’nun sokaklarını ya da Yedikule surlarını bir başka görürsünüz...
***
Hadi, ne dersiniz? Doğum günü öncesinde, şöyle bir Sait Faik öyküsüne... Sabah sabah hem de... Gün, Salı… Unutmayın! Sait Faik okumanın yaşı yok dostlar... Ve zamanı... Garanti veriyorum; iyi gelir, hep hatırlarsınız o ânı...