Yüz yüzeyken birbirinize söyleyemediğiniz sözleri söylemenin bir diğer adıdır MEKTUP.
Mektup bizden önce uzunca bir dönemde olduğu gibi bizim jenerasyonun da en önemli iletişim aracı olmuştur.
Ucunu yakarlar başka, çiçek/mendil koyarlar içine başka, gül suyu serperler üstüne başka, denizlere/nehirlere atarlar başka, elinin resmini çizerler üstüne başka, en sevdiği yemekten bir kaşık koyarlar zarfının içine başka başka gönülleri fetheder mektuplar.
Para ile satın alınamayacak şeyler vardır hayatta. Hal hatır sormak, selam yollamak, büyüklerin ellerinden küçüklerin gözlerinden öpmek... Acele cevap beklemek…
İletişim teknolojisinin baş döndürücü hızla gelişmesiyle duygularımızın suyu kesildi sanki. Önceden en ufak bir kartpostalla, mektupla mutlu olan insanlar şimdi birbirlerinin yüzüne bakamaz ve bazen de katlanamaz hale geldi. Çok değil 25-30 sene önce postacının yolları gözlenirdi. Mektup yazmak kadar cevabını beklemekte büyük bir heyecandı. Askerdeki oğlandan gelecekse mektup, çaylar kahvaltılar, bahşişler hazırlanır da öyle beklenirdi evde. Okuma yazma bilmiyorsa anne, mektubunu okusun diye postacının gözlerinin içine bakardı mahcup mahcup. Postacı okursa edilmedik dua kalmazdı.
İnsanlık tarihi kadar eski bir geçmişe sahip olan haberleşme, tarihsel döngüyle birlikte büyük evrimler geçirerek günümüzdeki teknolojik çehresiyle hayatımızın vazgeçilmez bir parçası, hatta olmazsa olmazımız olarak devam etmekte ve bizleri kendisine neredeyse esir ederek, pırıltılı bir şekilde gelişmektedir.
Günümüzde haberleşmek için çok değişik ürün ve yöntemler kullanılmakta ve her gün onlarca yeni teknoloji ürünü iletişim hayatımızdaki yerini almaktadır.
Haberleşme yöntemleri ve teknolojileri baş döndürücü hızla ilerleyedursun, yazımızda sizlere; bana göre haberleşmenin baş tâcı, olmazsa olmazı, hatta bir dönem en gözde haberleşme aracı olarak şarkılara, türkülere, koşuklara konu olmuş, hasretleri bitiren, memleket özlemini, ana, baba, evlât özlemini, yâr özlemini biraz olsun dindiren mektuplardan bahsedeceğim.
1870-71 Fransa Prusya savaşı tüm acımasızlığıyla sürmektedir ve Paris bu yıllarda Prusya askerleri tarafından kuşatma altındadır.
Fransızlar özellikle Paris’te cephedeki yakınlarına haber ulaştırabilmek ve onlardan haber alabilmek için çeşitli yöntemler denemektedirler. Bunlardan en ilginci de şudur.
“Yazılan mektuplar zarflanır metal küreler içerisine konulur ve Seine nehrine bırakılır. Bu küreler Paris’te ağlar vasıtasıyla toplanıp içindeki mektuplar alıcılarına teslim edilecektir. Ancak işgal altındaki bir şehirde bu sistem bir işe yaramaz. Yıllar sonra ikinci dünya savaşı sırasında birkaç küre Seine nehrinde takıldığı bir yerde bulunmuştur. 1980’li yıllarda bu kürelerden birisi Seine nehri ağzında işçiler tarafından bulunmuş ve küre içinden çıkan mektuplar Fransa Posta İdaresi tarafından alıcılarına, daha doğrusu alıcıların torunlarına teslim edilmiştir.”
İşte böyle bir şey mektup.
6 Ağustos 1945, tarihinde ABD, Japonya’nın Hiroşima kentine atom bombası atar. Sadako Sasaki, iki yaşında pırıl pırıl bir bebektir. Sadako oniki yaşına geldiğinde aniden hastalanır ve ne yazık ki kanser teşhisi konur. Dünya şairi Nâzım Hikmet bu olaya kayıtsız kalmaz ve “Kız Çocuğu” şiirini Sadako Sasaki, için yazar. Yıllar sonra ünlü şaire mektup yazan Japonlar büyük ustaya şükranlarını sunarlar.
Nâzım’a mektup yazan isimlerden Kavakida Vaka, “‘Kız Çocuğu’ şiirinizin duygulandırmadığı tek bir insan yoktur. Onu ne zaman sesli okusam gözyaşları boğazımı düğümlüyor. Yüreğim acıyla dolup taşıyor, Hiroşima’yı unutmamanın gerekliliğini insanlara bağırarak anlatma zorunluluğunu hissediyorum”.
Nagata Masako ve Marumori Tomiko’nun yazdığı mektuplarda ise “Atom bombardımanının 1960’taki yıldönümünde sizin ‘Kız Çocuğu’ şiirinizle birlikte evleri dolaştık ve kapalı kapıları çaldık, dört bir yanda insanlarla konuştuk. İnsanlarda yerküredeki herhangi bir savaşa karşı tepkinin büyüdüğünü hissettik” diyerek şiirinin; dünya barışına katkıda bulunduğuna vurgu yapılmıştır.
İşte bu duygu dolu ve anlam yüklü satırlar da bir mektupla Nazım Hikmet’e ulaşmıştır.
Şimdi tarihin derinliklerine gidelim ve bakalım iletişime ve mektuba:
“HERMES” haber ve habercilerin tanrısıdır. Eski Yunanlılar en güçlü ve hızlı koşan gençleri haberci olarak seçerlerdi. Bunlar inanılmaz mesafeleri, yine inanılmayacak kadar kısa zamanda koşarak haber iletirlerdi. Bunların içinde en tanınmış olan “Maraton” adındaki çok ünlü Yunan habercisidir. Atina‘ya kadar olan mesafeyi o kadar kısa zamanda koşmuştur ki, yorgunluktan sadece “Zafer Bizim” diyerek son nefesini vermiştir. İşte bu koşucuları Yunanlılar, Hemerodrom olarak adlandırmışlardır.
Büyük İskender’in hizmetinde olan Giritli Philanides, 68 km’lik mesafeyi 9 saatte almıştır. Kral Darius yönetimindeki Pers ordusu Yunanistan’ı işgal ettiğinde, Atinalı’lar Hemerodrom Phidippos’u yardım istemek için Isparta’ya gönderdiler. Phidippos bir gün ve gecede 220 kilometrelik yol alarak yardım istemiştir. .Bu haberciler görev sırasında kendilerini korumak için gerekli hafi f silah ve gereçleri de taşırlardı. Bir haberci yolculuğu sırasında birçok zorluk ve tehlikenin üstesinden gelebiliyordu. M.Ö 2400 yıllarında yazılmış bir Mısır yazıtında, “Haberci yabancı ülkelere gitmeden önce mal ve mülkünü çocuklarına bırakır” deniliyor. Tarihçilere göre büyük İskender ordusunda bulunan “Ladas” isimli habercinin koşarken kumda bıraktığı ayak izleri zorlukla seçilirdi. Zamanla bunların yerini daha hızlı olan deve ve atlı haberciler almıştır. Takip edilen yolun gereği olarak yüzücüler ve kayıklar da kullanılmıştır.
Yazılı tarih öncesi dönemlerde, iki nokta arasında gidip gelerek sözlü olarak haberler iletilmiştir... Bu yöntem yazılı tarih döneminde de sürdürülmüştür. M.Ö 490 yılında Yunanlılar’ın Persleri yenmesini Atina’ya koşarak ileten asker, bu ilkel yönetimin simgesi olarak hala yarış alanlarında anılır. İnkaları’ın 16.yüzyıl başında kullandıkları ”sözlü mesajı” ileten, yaya haberleşmesi yöntemi, bu sistemin bilinen en gelişmiş modelidir. Haber iletimini insan gücüne bağlı kalmaktan kurtarmak, hayvanlardan yararlanmakla değişik boyutlara ulaşmıştır. Haber iletişiminde ilk kez eşek kullanılmıştır. Eşekten M.Ö.3000 yıllarında Mısır’da yararlanılıyordu. Ayni tarihlerde öküzlere çektirilen iki ve dört tekerlekli arabalara da biniliyordu. M.Ö. 2000 dolaylarında tekerlekli araçlar Hindistan’ dan Suriye’ye kadar olan bölgede kullanılıyordu. Haber iletiminde en çok at ve deve kullanıldı. Orta ve doğu Asya’dan gelen at, daha sonraları Avrupa’ya girdi. ”Çöl gemisi” diye anılan deve, M.Ö 1000 yıllarından itibaren Ön Asya çöllerinde kullanılmıştır.
Yazının bulunması mektubun da bulunması sürecini başlatmıştır bir bakıma.
Haberciler “sözlü haberleri” karıştırıp, yanlış veya eksik iletilebiliyordu. Ancak “yazılı haber” her zaman sağlıklı kalıyordu. Yazılı haber düşman eline geçmedikçe gizli ve emniyetli sayılıyordu. Sonraları haberin gizli tutulması, düşman eline geçmemesi, geçse bile içeriğinin anlaşılmayacak biçimde hazırlanması gibi gerekler ortaya çıktı. Eski Yunanlılar haberci, kölelerin saçlarını tıraş ettirerek mesajları kafalarının derileri üzerine yazdırırlardı. Saç uzayınca haber gözükmez olurdu. Yola çıkan haberci gideceği yere ulaşınca başı tıraş edilip mesaj okunurdu. Bunun bir yararı da, habercinin dahi kafasındaki yazıyı okuyamamasıdır. Çok kullanılan diğer bir usul de “Plutarch” tarafından anlatılır. Isparta’da bir komutan savaşa giderken, kalınlığı ve uzunluğu biri birinin ayni olan iki yuvarlak sopa yapılır, biri komutayı üstlenene verilirdi. Haberleşme halinde dar ve uzunca bir papirus şerit halinde kesilir ve sopaya helezoni durumda sarılıp, yazı bu helezonun her halkasına bir harf gelecek şekilde sopanın uzunluğu boyunca alt alta dizilen satırlar halinde yazılırdı. Yazı işi bitince papirus sopadan çıkarılır ve bir haberci ile kumandana gönderilirdi. Nasıl zor bir iş değil mi?
Ama Mektup işte… önemli! Mutlaka iletilecek.
İlk edebi mektuplar ise (MÖ 15.-14. YYlar); Mısır Firavunlarının diplomatik mektuplarıdır ve Hitit krallarının Hattuşa arşivinde bulunmuşlardır. Batı edebiyatında ise ilk mektup örnekleri Yunan Edebiyatında görülür.
İslam dünyasında mektup Hz.Muhammet döneminde başlar. Mektubun mahremiyeti bu dönem anlam kazanmıştır.
İşte yüzyıllar sonra bizler, yeni göreve başlayan postacı ve diğer memurların ilk eğitimlerini verdiğimiz esnada mektubu anlatırken, "mektubun içi mahremdir, yatak odanız gibidir" şeklinde çarpıcı, akılda kalıcı terimler kullanırdık.
Gelelim günümüzde mektubun gücüne;
80’li yılların ortasıydı. Daha bırakın interneti, faks bile ancak büyük işyerlerinde vardı. Hele hele cep telefonunu, altyapısı dahi yoktu. Türkiye araç telefonuyla 1991 yılında tanışacaktı, üç yıl sonra da cep telefonuyla… ilk zamanlar tabiidir ki; bu imkanlardan iş adamları ve zengin kesim yararlandı. Haberleşme, ağırlıklı olarak mektuplarla yapılıyordu.
Bu tarihler milenyum’un metaforik beklentilerine sahne oluyor, her ülke, her kurum, her birey geleceğe bir ümit dağıtmak uğruna kendince milenyuma ilişkin bir şeyler yapma çabasına girişiyordu.
1986'da PTT, halka mektup yazma alışkanlığı kazandırmak amacıyla gerçekten yaratıcı bir kampanya düzenlemişti. Katılmak isteyenler sevdiklerine, ailelerine, 2000 yılında teslim edilmek üzere bir mektup yazıp PTT' ye teslim edecek, PTT de 2000 yılında mektupları alıcılarına teslim edecekti.
Kampanya çok ilgi gördü. PTT'ye binlerce mektup yağdı.
Aslında 2000 yılı çok uzak gibiydi. Bazılarımızın çocukları ilkokula gidiyor, bazılarımız geleceğe dair fantastik başarı hikâyeleri yazıyorduk kendimize. 14 yıl sonrasının gerçeğine ilişkin fazla bir öngörümüz de yok gibiydi aslında.
Kimileri oturup mektup yazdı en sevdiklerine, ya da gelecekteki kendilerine, kimileri de çoluk çocuk toplaştılar birbirlerine yazdılar… Hem o günleri anlatmak ve yıllar sonra hatırlamak için, hem de 2000 yılında neler olacağının tahminlerini yapmak için.
Sonra hayat mücadelesine girildi ve belki yazılan mektuplar unutuldu, belki de tarihler hafızalardan silindi gitti. Hayat devam ediyordu.
Bu arada beklenen milenyum yılı da adım adım yaklaşıyordu. Kimileri kıyameti beklemeye bile başlamıştı. Kimilerine göre; elektronik haberleşme yıkılacak, yeni yeni başlayan bilgisayar sistemleri çökecek, haberleşme sistemleri iflas edecek, dünya büyük bir karmaşanın içerisine düşecek, kıyamet dedikleri şey sonunda başımıza gelecekti. Hatta yeryüzünde kıyametten etkilenmeyecek yerler bile belirlenmişti, birisi de Türkiye’deydi.
Nihayet 2000 yılı geldi. Milenyum gelmişti, Hiçbir şey olmamıştı. Doğanın, tıpkı 1000 yılında olduğu gibi 2000 yılının başlangıcı da hiç umurunda değildi. 3000 yılında 4000 yılında ve 5000 yılında kim bilir daha ne metaforlar üretilecek ve doğa ananın yine hiç umurunda olmayacaktı. Hayat yürüyordu, insanoğlunun onun için koyduğu sayılardan haberi bile yoktu. Evrenin ısısı eşitlendiğinde, devinim bitince her şey duracak ve bitecekti. Ve belki yeni evrenlerde, yeni mekânlarda yeni hayatlar başlayacaktı.
2000 yılının ilk sabahlarında kapıları çalındı birçok evin. Gelen postacılara yine merhabalar iade edildi, belki ikramlar yapıldı, belki dizler heyecandan titreyerek, belki de tekerlekli sandalyeyle çıkıldı karşılarına. Bazı evlerin zilleri ya çalmadı ya da çalınan zillerine cevap veren, kapıya çıkıp postacıyı karşılayan birisi olmadı. Ama “Bak postacı geliyor selam veriyor...” diye şarkılar söylediğimiz postacılar 2000 yılına yazdığımız mektupları taşıdılar evlere…
Kimi çocuklar üniversiteyi bitirmiş iş bulamamış, kimileri de yolun yarısını çoktan geçmiş, kimileri evlenmiş çoluk çocuğa karışmış, kimileri büyük acılar içinde çaresiz, kimileri ise bu hayattan sessiz sedasız göçüp gitmiş.
Kimlere kimlere mektup yazılmamıştı ki…
2000 yılının Başbakanına, Cumhurbaşkanına gönderilen mektuplar sahiplerine teslim edildi. Zamanın Başbakanı, haberleşme gizliliğine vurgu yaparak kendisine gönderilen mektupları kameralar önünde açmadı. Açsaydı neler olurdu bilinmez, ama mektubun gücü, günlerce konuşulur, kamuoyunu nasıl meşgul ederdi bilinmez.
Bayram Kaya uzaya Giden İlk Türk’e iletilmek üzere 1986 yılında adlı bir mektup yazmıştı ve bu mektup sahibine teslim edildi. Mektup, 91 yılında uzaya giden Kazak Uzay Adamı Tokdar Aubakirov’a zamanın Ulaştırma Bakanı tarafından törenle verildi. Törende Aubakirov duygulandı, kendisinin bir Türk evladı yerine konulmasından çok onur ve gurur duyduğunu ifade etti.
Bayram Kaya mektubunda şöyle diyordu; “Uzaya çıkan ilk Türk uzay adamı, sana sevgi ve selam olsun. Şu anda, 21 Ekim 1987, saat 22.30. Televizyonda, "Ben Bilirim" programında, Mehmet Özbek yönetiminde "Vallahi O Yardır" türküsü söyleniyor. Yılların düşü şahsınızda gerçekleşmiş. Ne mutlu size. 'İstikbal göklerdedir' diyen Büyük Önder Atatürk'ün arzusu gerçekleşmiş, ne güzel. Acaba sağ kalıp da görebilir miyiz? Kader... Kim bilebilir ki Yüce Tanrı'dan başka. Haklı bir gurur, gerçek bir övünç kaynağı sizin olayınız. Ne mutlu size ve ailenize. Gözlerinden öper, sıhhat ve afiyetler dilerim”.
Bayram Kaya, kader demişti, kim bilebilir demişti. Gerçekten de öyleydi, Kaderin cilvesi, 2000 yılını kimin göreceği, kimin göremeyeceğini kim bilebilirdi. Bunu diyen Bayram Kaya 2000 yılından kısa bir süre önce vefat etmişti. Törende Bayram Kaya’nın ailesi, bakanlık heyeti ve Aubakirov duygu dolu anlar yaşadı. Aubakirov konuyu değiştirip “İstanbul uzaydan çok güzel görünüyor, İki denizin birleştiği yerin görüntüsü çok güzel, her iki denizde bulunan gemilerin sayısı bile görünebiliyor” dese de;
işte size; tarihe not düşen bir mektup. Herkesin duyguları darmadağın.
Nazlı, bir üniversite kütüphanesinde genç bir memur, Osman da aynı üniversitede fırtına gibi bir öğrenciydi.
Bir anda aşk çemberinin tam ortasında bulurlar kendilerini.. 1986’da Ptt’nin bir afişinde görürler 2000 Yılına Mektup Kampanyasını. İlginç gelir Osman’a ve yazmaya karar verirler birbirlerine. Aynı zarfa koyup Nazlı’nın annesinin adresine gönderirler. Bugünkü duygularını, günlük tutar gibi, yaşamı, sevinçlerini, üzüntülerini, kaygılarını, beklentilerini. Belki birbirlerine 14 yıl sonra söyleyemeyecekleri şeyleri bile. Öyle ya bu mektuplar 14 yıl sonra sevdalarının dimdik şahitleri olacaktı. 2000 yılında mektupları birlikte okuduklarında; belki yüzleri kızaracak, belki derin düşüncelere dalacaklar, belki küçük bir kız çocuğu okumalarına izin vermeyecek, minik şaklabanlıklar yapacak, ama en çok da kahkahalarla güleceklerdi. Bundan emindiler. 1988’de Osman da bir işe girer ve evlenirler. Osman’ın zamanla kalp problemi ortaya çıkar ve çalıştığı bankada 10. yılını doldurduğu anneler gününde vefat eder. Yıl 1998’dir.
2000 yılına geldiğinde de mektubunu bekler Nazlı
Postacı, zarfın üzerinde yazan adrese 2000 yılının ilk günlerinde getirir mektubu. Nazlı'nın annesi, adresine gelen mektubu alır, kızına getirir.
-Sanki Osman gelmiştir. Hem çok sevinir Nazlı, hem çok üzülür. Oysa Mektubu Osman’la birlikte okumayı hayal etmişlerdi. Mektubun sonuna “her zaman yanındayım” diye yazmıştı Osman. Ama yanında yoktu. Mektupları yazarken ölüm hiç akıllarına gelmemişti-
Şimdi Nazlı’nın tek desteği babasının ölümünü bir türlü kabullenmek istemeyen 8 yaşındaki kızı, bir de çantasında daha uzun yıllar taşıyacağı "2000 Yılına Mektup".
İşte mektup, böyle bir şey…
Büyüklerin ellerinden küçüklerin gözlerinden öperim.