*Sevgili Oktay Gökdemir’in anısına...
Ne anlamlı sözler var kültür hayatımızda... Eskinin zorluklarından çıkarılan derslerin bize kadar getirdiği uyarılardır. Pek severim “ata sözlerini.” Anlayamadıklarım var tabii. Onları da sorarak öğrenmeye çalışıyorum.
Oktay Gökdemir... Heyecanlı, idealist bir akademisyendi. Onunla ilk tanışmam APİKAM müdürlüğü sırasında olmuştu. Oğuz Oyan’ın telkiniyle bir araya gelmiştik. Kavga etmedik, kırılmadık birbirimize. Oktay Hoca, belediye başkan aday adayı olunca, ben de ekrandan “Yapma hocam, sen tarihçisin, bilerek söylüyorum siyaset sana göre bize göre değil...” demiştim. Hoca da kızmıştı bana... Uzun sürmedi bu kırgınlık, kızgınlık.
Sonra o üniversiteye döndü, ben de Başkan Danışmanı olarak APİKAM’da çalışmaya başladım.
İşte o günler var ya… O günler, bana “hayatın” aslında ne “kahpeliklerle” dolu olduğunu farklı taraflarıyla kanıtladı. Bir sabah Oktay Hoca aramıştı beni telefonla. Sesi hem öfkeli hem de kızgın... “Hasan Abi, sen ne yapıyorsun yaaa!” diye haykırdı. “Hayırdır hocam?” dedim. “Sen ne hakla benim yaptırdığım belgesel cdlerini çöpe attırırsın?” dedi.
Başımdan kaynar suların döküldüğünü hissettim. Öyle iğrenç bir yalandı ki... Çünkü, göreve başlayınca depolara girmiştim. Orada bazı cd’leri kasaların içinde bulmuş ve talimatla onların kuruma gelen vatandaşlara dağıtılmasını istemiştim. Zamanın müdürü Ayşe Üngör de “Tamam.” demişti.
Ben “İzmir Yangını”, “Maşatlık’tan Kurtuluşa”, “Basmane” filmlerini depodan çıkarıp yurttaşlara dağıtırken, “diplomalı” bazı “ahmaklar” Oktay Gökdemir’i bana karşı kışkırtıyorlardı yani! Ben de haykırdım; “Hocam bu şerefsizler kimler? Onların adlarını ver bana, ben senin Hukuk-u Beşer çalışmanı, belgesellerini, senin yayımlattığın kitapları yeniden halkın gündemine sokarken, sana bu yalanları söyleyenleri de bana!”
Hoca yumuşadı. Birkaç gün içinde bir araya geldik ve öyle isimler, olaylar anlattı ki, bugün bunları inanın yazmaya gerek duymuyorum.
Ve ölüm...
Ölümü herkes yaşayacak. Dünyada yaşayacağımız son “yaşam anı” öldüğümüz an olacak. Cahit Sıtkı Tarancı ne güzel anlatmıştı değil mi “35 Yaş” şiirinde: “Neylersin ölüm herkesin başında. / Uyudun uyanamadın olacak. / Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında? / Bir namazlık saltanatın olacak, /Taht misali o musalla taşında.”
Ölümün “yaşı” olmaz ki... Olsa olsa, ölümün “bahanesi” olur. Bir neden oluşur ve dünya perdesi iner. Ama “ölüm gelmiş cihana, baş ağırısı bahane” gibi bir söz daha vardır.
“Duvarı nem, insanı gam yıkar.”
İşte Oktay Gökdemir’in “ölüme giden yolunu” anlatan söz budur: “Gam!”
En son geçen on gün içinde konuştum. Sevgili Zafer Kaplansoy ile Buca’da tarih konseptli “Kent ve Bellek” dergisini yayımlıyorlardı. Oktay Hoca’yı benim hafta sonu yayınıma almak istedim. “Tamam.” demişti “Elimdeki sayıyı da bitireyim bunu da konuşuruz.” Sesi çok iyi geliyordu. Sanki yeniden “hayat” bulmuştu dergiyle. Geçen sayılardaki bazı isimleri konuştuk, yaklaşan 2022’yi ve İzmir’in duyarsız resmiyetlerini konuştuk, üniversitesinde “ikili oynayanları” anlattı bana. Tanıdığım “Oktay Hoca’ydı” ve dedi ki, “Hasan Abi, aman tansiyonuna dikkat et, bak ben artık aldırmamaya çalışıyorum. Müdürlük yaparken benim altımı oyan, kendi hiçken dayandığı güçlerle ardımdan alay eden, hatta ekmek yediği yere ihanet edenleri bile artık sakince değerlendiriyorum.” Sözleştik ama yayını gerçekleştiremedik...
Oktay Gökdemir, APİKAM’da öyle olaylar yaşadı ki... Ama APİKAM’da yaptıkları, İzmirlinin yeniden tarihine ilgi duymasına vesile de oldu bir oranda. Onun zamanında yayımlanan eserlerin bir kısmı, şimdi onun anısına yeniden basılacak belki.
Oktay Hoca gamlandı hep... Sığ siyaset onu anlayamadı ya da onun “güçlenmesinden” korktu. Oysa Oktay Hoca’da olup, sığ siyaset baronlarında olmayan şey “bilgiydi.”
Ve ne yazık ki ülkemizde sağ da, sol da “bilgili” yurttaşların “yürümesine” tahammül etmiyor. Üstelik bu korkunç gerçek sadece “bugün” değil, “dün de” yaşandı hep Anadolu’da.
Oktay Gökdemir önce “insandı.” Hataları, yanlışları, günahları vardı mutlaka. Bildiğimiz, bilmediğimiz çok sırları da vardı. İyi niyetinden belki de en sevdikleri, saydıkları da istismar etti onu. Öyleydi, böyleydi... Bugün artık yok! Facebook sayfasından anılarını, tepkilerini, gördüklerini, hayallerini yazamayacak. Kimseye kızamayacak, “kimin ne mal olduğunu” haykıramayacak. Belki bu yüzden “herkes” üzüntüsünü belli etti. Belki bazıları “pişmanlıklarından” üzüldüler. Onun “hiç sevmedikleri de” üzüldü ya… İşte bu bile Oktay Gökdemir’in nasıl farklı olduğunu gösterir.
Beyin rahatsızlığından sonra başlayan “yeni hayatında” sosyal medyasından “Sayfamı güncelliyorum, bazılarını arkadaşlıktan atıyorum.” demesinin anlamı neydi? “Kimlerdi” o “attıkları” sosyal medya hayatından?
Oktay Hoca'yı tanıdığım için şanslı görüyorum kendimi. Onu hayırla anmaktan başka bir yapacağımız olmamalı. Yanlışları, hataları artık bizim kriterimiz değildir. Erken ya da geç, ki önemi yok, “ölüm” geldi ve gitti Hoca. Ailesine, gerçek dostlarına hepimize başsağlığı diliyorum. Ama son bir sözüm var ki “ortaya…” Kim ne anlar bilemem.
Neden “ölünce” anlaşılıyor “değerler” ve “kaybın boşluğu?” Neden yaşarken “net” olunamıyor? Yoksa bazı üzüntülerin arkasında “kurtulmanın dayanılmaz şeytanlığı” mı var?
***
Gaziemir’de bir usta...
Önceki gün davete icabetle Gaziemir Belediye Başkanı Halil Arda’nın makamındaydım. Oldukça sıcak bir ortamda, kültürlü bir başkan ile söyleşi hoşuma gitti yıllar sonra. İl Genel Meclisi’nin eski üyelerinden Halil Bey ile sohbette öyle ortak anılar çıktı ki ortaya… Hele rahmetli Yücel Özen’le ilgili konuştuklarımız aldı beni, götürdü yıllar önceye. Ne güzel günlerdi o günler... Yücel Özen, Hacer Acar, Mahmut Esat Aslan, Mehmet Şenel, Ercan Tatı... İzmir’de iletişimin dorukta olduğu, İzmir basınının gerçek “güç” olduğu, valilerin, emniyet müdürlerinin “demokrat” ve “hoşgörülü” olduğu yıllar... Eleştirinin “hak” olduğu eleştirilenin, eleştirene düşman olmadığı yıllar... Hayal gibi...
Halil Arda, Gaziemir’in 1926 Belediye Başkanı Abdullah Arda’nın torunu. Gaziemir’de doğmuş. Aslında hep siyasetin içindeymiş. Gaziemir’in “Seydiköy” hâlini de biliyor. Çok fazla anıları var Başkan'ın. İzmir’den, Türkiye’den, eskiden, yarından konuştuk ama derdim siyaset değil “tarih ve kültürdü” benim. Başkanın da eğilimini görünce sevindim. Öyle bir haber aldım ki, her şey bir yana Gaziemir’de yılların imara dayalı rant talanını bile unuttum. İstasyon yanında bir Rum evini kamulaştırmış belediye. Orada bir kültür mabedi yapmak istiyor Başkan. Bu konuda Büyükşehir Belediye Başkanımız Tunç Soyer ile de iletişimi varmış.
Yıllarca Seydiköy’ün güzellikleri, Gaziemir sürecinde vahşi kapitalist müteahhitlerin yağma ve talanıyla mahvolmuş. Şimdi o kadar az ki eskiden esen rüzgâr.
Başkan’dan ayrıldıktan sonra Gaziemir araştırmacısı yazar ağabeyim Ercan Çokbankir ile buluştum. Önce Seydiköy Anı Evi’ne gittik. (Bu konuda önümüzdeki günlerde Hali Arda Başkan ile bir görüşme daha yapacağım.)
Fakat daha sonra öyle bir adamla tanıştım ki.
Adı Sami Denktaş. Yaşı çınar gibi... Marangoz kökenli. Lakin işi, gücü eskiyi canlandırmak olmuş. Yüreğiyle yaşayan, gözü parada, menfaatte olmayan bir insan Sami Usta. Maket yapıyor. Şu aralar 1922 öncesi Seydiköy’ü maketleştiriyor. Daha önce Anıtkabir’in, Saat Kulesi’nin, camilerin, çöp aracının, eski minibüslerin maketlerini yapmış. Eski Başkan Halil İbrahim Şenol, Sami Usta’ya bir yer tahsis etmiş. Usta, öyle güzel hayallere sahip ki.
Yaptığı saat kulesini Başkan Tunç Soyer’e hediye etmek istiyor mesela...
Ama şimdi bana da iş çıktı. Ustayla görüştüm. İzmir’in sokaklarını iyi bilen Yaşar Ürük ve Orhan Beşikçi’yi Sami Usta ile buluşturacağım. Sonra da sevgili Başkanım Tunç Soyer’e bir “önerim” olacak. Neden 1922 öncesi kadim İzmir’i, dev maket yapıp, Frenk Caddesi’nde çocuklarımızı gezdirmeyelim.
Hep söylüyorum. Ne varsa İzmir’de var! Başka kentlere kompleksli yanaşacağımıza, kendi değerlerimizi bir araya getirelim.
Sami Denktaş’ı tüm belediye başkanları tanımalı. Hatta ne çok isterdim milletvekilleri, Vali, Kültür Müdürü ziyareti etsin bu çınar misali ustamızı?
Ha bir nokta daha var... Gaziemir Belediye Başkanı Halil Arda, yüreğindeki kültür yoğunluğuyla Sami Usta’ya sahip çıkmalı. Gaziemir’den İzmir’e, Türkiye’ye belki “farklı bir aydınlık” doğacak... Hem yerli hem bizden! Sami Denktaş’a omuz vermek İzmir’in görevidir, demedi demeyin!