Tam üç yıl önce (22 Ocak 2016) 83 yaşında aramızdan ayrılan hocam Prof. Dr. Tahsin Yücel’i derin bir özlemle anıyor, bugünkü ve bir sonraki yazımı ona adıyorum.
Önyargı paslanmış çivi gibidir, kolay kolay çıkmaz, kimileyin kerpetenin kavradığı noktadan kopar, kaldığı yerle bütünleşir. Salt eğitimle, bilimle, akademik düzeyle, uygarlıkla, kalkınmışlıkla vb. değişmez. Bundan kurtulmak için kişi kendisini eğitmeli, sorgulamalı, eleştirmeli; kulaklarıyla duyduklarını, gözleriyle gördüklerini iyi inceleyip kavramadan görüş açıklamamalı. Uğur Mumcu’nun en çok anımsadığımız şu uyarısını yerine getirmeli: “Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi” olmamalı…
Önyargı, ille de kişisel değil, kimileyin toplumsal, ulusal, uluslararası ve de tarihsel boyutlara ulaşabilir. Çünkü bulaşıcıdır, soya çekebilir. Kişisel önyargılar özeleştiri yoluyla değişebilir dedim yukarıda, ama kitleler söz konusu olunca, daha kalıcı bir kültüre ve inanca dönüşür. Bu açıdan batıyla aramızdaki güvensizliğin kökeni, yüzyıllar öncesine uzanır. Bunu gidermek biraz da bize düşer. Ama demokrasi yokluğunda, yalnızca hamasete sığınıyoruz.
İki yazıda doğrudan tanık olduğum birkaç olaydan örnekler vereceğim.
Elli yılı aşkın sürece, ilkin üniversite hocam, sonra en yakın büyüğüm ve dostum olmuş yazar Tahsin Yücel’in, “Peygamber’in Son Beş Günü” adlı romanı yayımlandığında (1992), bizim uçuk solcular ve aynı kafadaki kimi eleştirmenler onu “islamcı yazar” sınıfına soktu. Oysa adı geçen romanda, kendileri gibi uçuk bir devrimcinin akıl almaz serüvenleriyle alay edilir: Yakın çevresi ona, “solculuğun peygamberi” anlamında alaycı bir lakap takmıştır… Böylesine bilinçsiz bir önyargıya katılanların gözünde, Tahsin Yücel ağzıyla kuş tutsa, kendisine yapıştırılan bu yaftayı söküp atamazdı.
Aynı zamanda çağdaş bir üniversite profesörü olan Tahsin Yücel, Batı’nın bilim anlayışı içinde kendisini yetiştirmiş, bu donanımıyla ülkemizin insanbilimleri (dilbilim, göstergebilim, toplumbilim, budunbilim, vb.) gibi geniş kapsamlı inceleme alanlarına “çözümleyici” yöntemler esinlemiştir. Giderek kendisi de aynı Batı’ya, yazınsal çözümleme yöntemleriyle katkı sağlamış, yabancı dillere çevrilen romanlarıyla da değişik uluslara adını duyurmuştur.
İlericiliği, Atatürkçülüğü, laikliği kesinlikle tartışılamazdı. Belli ki onu böylesine yanlış tanıyanlar ve tanıtanlar yapıtlarının, dergi ve gazete yazılarının, sayısız çeviri kitaplarının hiçbirini okumamışlardı.
Tahsin Yücel’in yukarıda andığım romanı “Les cinq derniers jours du prophète” adıyla Fransızcaya çevrildiğinde de aynı önyargılı tutum Batı'da sergilendi. Şöyle: Büyük olasılıkla bir “Türk” yazarın romanın adında “peygamber” sözcüğü geçiyor diye kitabın ön kapağına, camili-minareli Osmanlı dönemi İstanbul görünümünü yansıtan bir resim basılmıştı. Aynı şeyi “Vatandaş” romanının çevirisi için de yapmışlardı: Kitabın kapağına, İstanbul sokaklarında yüklü eşekleriyle dolaşan sarıklı-cübbeli Osmanlı köylülerinin resmi ile fonuna yine İstanbul’un en görkemli camilerinden birisi konulmuştu. Biz, elbetteki geçmişimizle onur duyarız, ama o kapak imgelerinin, adı geçen romanlardaki içerikle hiçbir ilgisi yoktur.
Fransız yayıncılar, Tahsin Yücel’in de çağrılı olarak hazır bulunduğu bir salonda çevirilerinin tanıtımını yapmıştı. Aynı toplantıya katılan (Tahsin Yücel’le ortak dostumuz) Prof. Dr. Ali Özçelebi (bu fırsatla, onu da saygıyla anıyorum), Fransa’dan bana şu bilgiyi vermişti: Öndeki sırada oturan Fransız yayıncıyı, Yücel’in çeviri romanları hep çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’nin yaşam biçimini yansıtır; neden siz çağdışı görüntüleri kapak konusu yaptınız, diye eleştirmiş. Adam, Fransız halkı sizi böyle tanıyor, gibisinden kaçamak bir yanıt vermiş ve hemen önüne dönmüş. Tahsin Bey de yanında!..
Benim yorumum şu: Fransızlar genellikle Osmanlı tebaasını “Türk” diye adlandırmıştır.