Bademler, köy girişindeki benzincide dururum çoğu kez. Bir çay içmek, gazetede eksik kalmış bir köşeyi okumak, denk düşerse bir iki tanışla iki kelam etmek iyi gelir. Bunu Karşıyaka’dan eve dönerken, yolu uzatır, Çiçekli ve Yaka köyleri arasında da yaşarım. Ah şarkısını esirgemeyen ormanlar, patikalar… Salık veririm, eve, eşe dosta giderken ya da bir uğraştan ötekine geçerken, gün yorgunluğunu, bunalım ve sıkıntıyı oralara taşımayın. Siz bunaltanlardan nasıl sıkılıyorsanız, bu halet-i ruhiye ile başkalarını sıkabilirsiniz. Ne hakkımız var? Benzincide çayımı söyledim, kadim ağaçların gölgesinde gazeteyi açtım. Karşıma birinin gelip oturduğunu gördüm. Selamsız sabahsız söze girdi: “İçimde tanımlanamaz bir sıkıntı var, ne yapmalıyım, ne önerirsiniz?” Bilmediğim birini anarak, “Onun yazdıklarını okuyayım mı?” Sonradan söylediği kişinin bir “guru” olduğunu öğrenecektim. Karşımda çok yorgun, fazla düş kırıklığı yaşamış-yaşatılmış, belli ki kitaplara yakın ama şimdi bir çocuk gibi kalmış, bedeni ve ışığı azalmış gözleriyle duran bir insan vardı. Gerekçelerini bilmiyordum, yaşadıklarına dair fikrim yoktu. Sanatın dramaturgisini yapmak zaten işim ve uzmanlığımdır da, hayata, hele ki tanımadığım birinin yaşadıklarına ve sonrasına dair ahkâm kesmek, fal açmak kolay değildi. İnsanı ukalalıktan saçmalamaya savurabilirdi. Dahası “benim derdim bana yeter” demlerindeydim. Ama o gözler, “Bana söyleyecek bir şeyin yok mu?” diye bakıyordu. Sözcükler bir anda dökülüverdi ağzımdan: “İçerdeki kitaplıkta olmalı. Turgut Uyar mesela, o iyi gelebilir. Göğe Bakma Durağı'nı okuyun, sonra nefes aldığınızı fark edin ve göğe bakın…”

***

Yalnızca ona değil, kendime de söylüyordum bunları. “Deneyeyim” dedi. Sonra sebze-meyve satan köylü kadınlarımızdan biri gelip, “Haydi git artık” dedi, “İnsanları sıkıyorsun!” Çay zehir oldu, okuduğum köşenin harfleri bir birine girdi, yorgunluğum ve sıkıntım Kaf Dağı'na dönüştü. Arabaya bindim, köye değil, Urla’ya giden dağ yoluna saptım. Çeşme başındaki çay bahçesinde durdum. Siz de gidin, çok güzeldir. Dev çınar ağaçlarının altında oturdum. Sonra göğe baktım ve hala yapabildiğimi anımsayarak, derin derin soluk alıp verdim. Şimdi bir yerlerde bir insanın da okuduğunu düşünerek, ezberimde kaldığınca -ki benim için çok zordur- Turgut ustanın dizelerini mırıldandım. Çay bahçesinin aynı zamanda sahibi olan dostuma, kahveyi getirip masaya koyarken dedim ki: “Bana söyleyecek bir şeyin yok mu?” Dedi ki: “Seni yeniden gördüğüme sevindim hocam…” Varlığınla birini sevindirmek… Gönül alıcı bir protokol tümcesi olsa da, gözlerine baktım, içtenlikle bakıyorlardı. Şimdi, evet artık köye gidebilirdim…

***

İnsan aklı ve belleği tuhaftır. Köy yoluna saptığımda, birden yıllar öncesine, Göztepe’de, pazar kurulan günlerden birine, o sokağa döndüm. İkindi zamanlarıydı. Kitapçıdan çıkmış, kalabalıktan uzak bir yol düşünerek yürüyordum. “Dursana biraz” dedi. Baktım, iki yanında iki büyük çuval, bekleme yorgunu bir adamdı. “Buyurun?” dememe kalmadan, ağlamaklı bir iç döküşe başladı. Kentin yabancısıydı. Büyük olasılıkla pazara mal getirenlerden biriydi ya da onlarla birlikte yolunu buraya düşürmüştü. “Bekle” demişlerdi, “Yarım saat sonra, gelip seni alacağız.” O yarım saate birçok yarım saat eklenmişti, gün tükenmeye yüz tutmuştu. Yabancılığına tedirginlik ve ne yapacağını bilememe çaresizliği, yorgunluğu ve siniri eklenmiş, gerginliği ve bıkkınlığı büyüdükçe büyümüştü. “Yapılır mı bu bana be!” diye sürdürürken, “Kusura bakma, benim gitmem gerek” dedim. Ben bir çift gözün, büyük öfkelerden çocuksu bir düş kırıklığına geçivermesine belki de ilk kez o gün tanık oldum. Hüzünle ve sıkıntısını benimle paylaşmanın pişmanlığıyla dile geldi adam: “Ben de seni insan evladı sanmış, derdimi anlatmak istemiştim…” O pişmanlığın, yüreğimin bir yerlerinde yıllarca durduğunu anladım köye girerken. Ne olurdu ki bir 10 dakika daha dursaydım, adamı dinleseydim… Şimdi bütün bunları neden anlatıyorum? Bir muhasebe mi, yaşanmışlıkların “beni de yaz” zorlaması mı ya da sahi neden?

***

Gülten Akın şu dizeleri boşuna yazmış olabilir mi: “Ah kimselerin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya.” Bizler iri laflarla, ait olduğumuz değerlere yaşamda karşılık aramayı düşünmeden yaşıyoruz genellikle. Kentin, sanatın, gündelik hayatın, elbette ülkenin, hiç kuşkusuz ilişki ve iletişimlerin lastiğini iki metre sonra patlatan budur. Öylesine bir yazıdır. Hele göndereyim, başkası yazmış gibi okuyacağım. Yanıt bulabilir miyim, neden yazdığıma