Geçtiğimiz günlerde Marmaris Belediyesi’nin ev sahipliğinde “Anadolu Medya Buluşması ve Yerel Medya Çalıştayı” düzenlendi. Düzenleyiciler arasında CHP de olduğundan, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu da katıldı, konuştu. Sevgili meslektaş vekillerimiz Atila Sertel, Tuncay Özkan, İzmir Gazeteciler Cemiyeti (İGC) Başkanı Dilek Gappi de vardı çalıştayda. Başka kimler vardı, kimler hangi kriterlere göre davet edildi, gerçekten “yerel medya” konuşuldu mu, konuşturuldu mu, İstanbul medyası neden geldi gibi sorularım da var. Ama “şimdilik” sormayacağım… Çünkü amaç doğru, uygulama tartışılır.

Önce bir tekrar yapayım vurgulayarak.

Kime “gazeteci” denir? Bu soruya herkes yanıt verebilir, farklı yanıtlar da olabilir. Ama 1980 darbesinin en yoğun vurduğu, darmadağınık ettiği bir yapı da “basındır” ki, sanırım kimse karşı çıkmaz buna. 1980 sonrası iktidar olanların demokrasiye bakışları, şimdiki iktidarın düşünsel temelini attı. Gazetecilik, gazetecilerin elinden alındı, pespaye bir kapitalist çarkın dişlisi yapıldı. İzmir’in “gazeteci ailesi” Bilgin’ler bile dayanamadı, siyasi baskılar, ticari avantajlar adına banka sahibi oluverdi. Gazeteciliğin özünün lekelendiği an, işte o andır. Sonrası da çorap söküğü gibi geldi zaten.

“Kime gazeteci denir?” sorusuna, hayatının 30 yıldan fazlasını meslekte yaşamış bir yurttaşınız olarak şöyle yanıt vereyim... Gazeteci, muhabirlik yapana denir. Her “yazan” gazeteci değildir. Hele başka bir iş kolundan “emekli” olduktan sonra, köşe yazdığı için kimse “gazeteci” olamaz, ona “gazeteci” denemez, diyenler de zerre dikkate alınmaz.

Ama alındı işte!

“Muhabir” ve “muharrir” sözcüklerinin içleri tamamen boşaltıldığı için bugün herkes “gazeteci yazar, araştırmacı” olabiliyor rahatlıkla. Hatta bırakın olmayı, mesleki ahkâm kesmesine de kimse karşı çıkmıyor. Neden ve nasıl bilemem!

Gazetecinin “yereli” ise, gazetecilik yaptığı kentin, bölgenin tüm özelliklerini bilmesiyle mümkündür. Ulusal siyasetin kalemine “yerel” denemeyeceği gibi, kusura bakmasın kimse, yerele kulak tıkayana da “yerel basın” diyemez.

İzmir’de yerel basın 2000 başlarına kadar çok güçlüydü her şeye rağmen. Ama adına “milenyum” denen “şeyden” sonra İzmir’de “basın” o kadar hızlı “medyalaştı” ki, bugün bir siyasi partinin “çalıştay” düzenlemesine kadar gitti.

Ancak…

Artık “yerel” ifadesi yerine “kent basını” ifadesini kullanalım. “Yerel” diye bir “medya” yok çünkü. Çünkü artık her basın internette. İnternet de evrensel olduğu için “yerel” sözcüğü alışkanlıktan öteye gitmiyor. Ama “kent medyası” ya da “kent basını” dediğimizde, o basının ait olduğu kent aidiyetini vurgularız. Örneğin yazdığım “9 Eylül” bir İzmir gazetesi olmasına rağmen web sitesi yoluyla tüm dünyada izlenebiliyor. İzmir’in Ege Telgraf Gazetesi gibi ya da TR35 Televizyonu gibi kuruluşları da İzmir’den dünyaya açılıyor.

Bir İstanbul gazetesinin İzmir ilavesi benim için “İzmirli” değildir, çünkü yönlendirme iradesi İzmir’e ait değildir.

Gazetecinin tek muhatabı halktır. Halk okursa, izlerse gazeteci “kazanır”. Bu “kazanma” sözünü de sadece para kazanma olarak algılamayın lütfen. İtibardır öncelikli olan. Bir gazetenin ayakta kalabilmesi ise ilan, reklam ve Türkiye’deki gibi resmi ilan bedellerine bağlıdır. Bugün basının “ilk” sorunu “para kazanma” olarak algılanıyor sanki. Hem yanlış hem de bence utanç verici.

Türkiye’de 1980 sonrası “uydurulan” dağıtım şirketleri (şu anda tek galiba) ne yazık ki basının medyalaşmasına büyük ve şeytani bir katkı koydu. Ulusal gazeteleri bilmem ama yerel gazetelerin bu dağıtım tekelinde mahvolduklarını iyi biliyorum. Keşke eskisi gibi yerel gazeteler, yerelde elden satılabilse. Çünkü yanlış ve maksatlı uygulamalar, bayilerde yerel gazeteleri “tezgâh altına” itiyor. Yerel yönetimlerin katkısı ise, gazetelerin halk tarafından okunmasına ne yazık ki engel oluyor. Oysa gazeteler, sıradan bir ürün ticareti yapmıyor değil mi? Yani gazete deyince aklınıza dondurmacı, sütçü falan gelmiyor.

Devlet ise gazetelere verdiği katkıyı sorgulamıyor. Söyler misiniz bana? Basın İlan Kurumu’nun verdiği ilan destekleri ne oluyor? Muhabirler ne kadar ücret alıyor? Gazete sahipleri bu parayı “özgürce mi” kullanıyor, yoksa gazetesinin daha da gelişmesi için mi harcıyor? Neden bu konu mercek altına alınmıyor? Öte yandan yerel televizyonların, yeni yeni önemi artan internet yayıncılığının desteği nerede? Çalışanlarının insanca yaşam koşulları var mı mesela?

2000 yılına kadar bir gazete ya da yerel TV muhabiri, maaşına güvenip yuva kurabilme sorumluluğunu alabiliyor, kitap okuyabiliyor, yabancı dil kursuna gidebiliyor, arkadaşlarıyla akşam yemeğine çıkabiliyordu. Ya bugün?

Yerel basının ilan, reklam alabileceği yerel sermaye ne yapıyor peki? İzmir yerel sermayesi ne yazıkki İstanbul’un kötü kopyası. İzmir’de bugün sermaye ile basın arasında dürüst köprü olabilecek ajanslar var mı? Neden İzmir sermayesini İstanbul yönlendiriyor? İzmir sermayesi, neden kendi öz basınına bu kadar yabancı? Bu sorunun yanıtını gelecek yazıya bıraktım. Gelecek yazıda size halkın tercih nedenlerini, o çok yanlışa dönen “otokontrolü” yazacağım. Ama çok değer verdiğim İzmir Milletvekili Tuncay Özkan’ın “İzmir basını” hakkında yeterli bilgiye ve geçmiş deneyimlerine hâkim olduğunu sanmıyorum. Tuncay Özkan, İstanbul kökenli önemli bir gazeteci ama İzmir’in sinir uçlarını ne yazık ki henüz kavrayamadı. Atila Sertel ise benim Cemiyet’e üye olmamı sağlayan özel dostumdur. Seçkin Öner, o ve ben iki yıl kadar İzmir TV’de “Fikri Firar” eylerken, İzmir’in tüm insanlarına temas etmiştik. Sertel’in yerel basın sorunlarına hâkim olmadığını sanmam. Salı günü hem Başkan Dilek Gappi’ye hem Sertel ve Özkan’a bir teklifim olacak. Hem de CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun sözleriyle.

***

İNSANLIĞIN YIKILDIĞI TARİH: 30 EKİM 2020 (6)

Kızan çok bana çok şükür. Ama hakaretleri aynen iade ediyorum. Neden sürekli deprem yazıyor ve insanları korkutuyormuşum? Bunları söyleme cehaletini gösterenlere ayrımsız cevap veriyorum: Be hey gafiller, sürekli deprem oluyor da ondan!

30 Ekim’e sekiz gün kaldı. Teşekkür etmeliyim ki, buradan yaptığım “Bana yazın.” çağrıma lütfedip yazıyorsunuz. E-postalarınız beni onurlandırıyor. Keşke acılarınıza, kaygılarınıza somut ortaklık edebilsem. Hepinize teşekkür ediyorum, yazın ve yollamaya devam edin.

Deprem olduktan hemen sonra hatırlıyor musunuz ilk haftada neler yaşadık? Enkazlar, kurtarma mucizeleri, çadır bölgeleri, can kayıplarının hüznü, bir gün sonrası için duyulan kaygılar değil mi? Ama cuma günüydü deprem ve cumartesi günü Bayraklı’ya “hasar tespit” adıyla birileri gelmeye başladı. Şehircilik Müdürlüğü’nün hiç vazgeçmediği kibirli yaklaşımı ve tamamen şüpheli, siyasi tercihleriyle İzmir’in belediyeleri, meslek odaları “dışa itildi”. Başka kentlerden gelen “yabancılar” garip garip raporlar tanzim etmeye başladı.

Şimdi sizinle 69 yaşında bir depremzedenin mektubundan satırlar paylaşacağım. Bunları yazdığım için hem AKP’den hem Valilik’ten tepki almıştım. Bakın ne diyor 69 yaşındaki yurttaşımız:

“Benim yaşımdakiler (69) biz de ailece gazeteyi kâğıt olarak elimize alarak, kokusunu hissederek okumayı severiz, iyi ki varsınız. Deprem olduğunda, 17 yıl önce binbir zorlukla alabildiğimiz, alırken süsüne püsüne bakmadan kim yapmış, nasıl yapmış diye sorduğumuz, bir dairemiz vardı. 3 Kasım 2020’de Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü elemanı bize “orta hasar” kararı verdi ve binayı boşaltmamızın uygun olacağını söyledi. Büyük bir şokla artçı depremlerle sallanarak toparlandık, her birimiz dağıldık çeşitli semtlere. Uzman geldiği tarihte kapalı olan iki daire sahibi gelince, kirişlerin derin kırık olduğunu gördük, itiraz dilekçesi verdik. Bu kez bize “hasarsız/az hasarlı raporu” verdiler! Üstelik gelen görevli kapı numaralarımız 8 ve 8/1 olduğu halde (2 blok) 8A ve 8B yazmış. AFAD bize dedi ki "Bu numaralarda bina yok, yardım falan alamazsınız.", alamadık. Her yeri kırık binamıza geri dönecek halimiz yok, kentsel dönüşüm kararı aldık, hızlı hareket ettik, anlaştık, binamız yıkılıyor şimdi. Herkes planını yaptı, kimi çocuklarından, kimi kredi, kırıp yarıp evimizi yaptıracağız, derken, emsal artışı diye bir şey çıktı! Haydi, bir ay bekleyeceğiz, fiyatlar alıp başını gidiyor, belirsizlik içine düştük yine. Meslek odaları itirazlarında son derece haklı. Bizleri de Bayraklı'ya getiren hayatın rüzgârı, altı üstü bir dairemiz var, vazgeçecek halimiz yok.”

Buyurun, bir daha okuyun “seçilmiş” ve “atanmış” muhteremler! Ben bunları yazarak sizi, yaptığınız milli hatalardan, dini günahlardan kurtarmaya çalışıyorum belki. Başta iktidar partisi olmak üzere bu depremde çok “beddualar” edildi. Bu beddualar bugün “tutmasa” yarın “son anınızda” tutacak belki de.

Deprem gününe kadar her yazımı tek cümleyle bitireceğim bugünden itibaren: “Edep yâ hû!”

***

BİR NOT

Bugün kısacık geçeyim. Korona derdimiz bitmedi. Sağlık çalışanlarına saygım da çok. Ama “aile hekimliği” ve “sağlık ocağı” sistemi kesinlikle yanlış, hatta yer yer insanlık dışı işlemlere tâbi. İzmir Valiliği, İl Sağlık Müdürlüğü mutlaka masaya yatırmalı. Yazacaklarımı bekleyin.