Bir eve girdiğinizde, sizi o evde yaşayanların “bugünü” ile duvarlarında, masa üstlerinde, vitrin içlerinde, albümlerde “düne” ait hatır ve hatıralar karşılar. Fotoğraf deyip geçemezsiniz. Aşktır onlar, hasrettir, umuttur, gözyaşı ve iç çekiştir. Bir ülkenin, bir aile özelinde kültür tarihini anlatır o fotoğraflar. Hayata bakışın, tercihlerin, değişim ve gelişimlerin, kuşaklararası serüvenin dökümüdür. O ev ile yaşayanları hakkında bir karar verilecekse, en önemli kerterizlerden biri o fotoğraflardır. Siz kimin kim olduğunu, fotoğrafın nerede çekildiğini sorarken, ev sakinlerinin gözlerine bakın. İşte o fotoğraflar, o gözlerin dalıp gitmesi, seslerin kimi zaman çatallaşması, bir saniye önceki coşkunun bir saniye sonraki kederin, ama en çok da saygının ve sevginin “o an”a egemen olmasıdır.

Kentler de öyledir. “Kentler bizim evimizdir” sözünü yıllar önce söylemiştik, çalıştığımız yerel yönetim de, bu sözü sloganlaştırmıştı. Bugün pek çok yerel yönetim, aynen ya da ufak tefek tadilatlarla, bu sözümüzü kullanır. İçeriği ile kente yansıması, kuşkusuz yerel yöneticilerinin ve sakinlerinin kalibresi oranındadır. Biz bu sözü söylerken, ilk paragraftaki duygu ve düşüncelerden yola çıkmıştık. İlk söylediğimizde de anlamayanlar vardı, bugün de “laf ola beri gele” kullanıp, içini doldurmayı düşünemeyenler mevcuttur.

Bir ev için fotoğraflar ne anlama geliyorsa, bir kent için heykeller, anıtlar, korumaya alınmış doğal ya da tarihsel varlıklar, o anlama gelir. Onlar, bir kentin doğaya, coğrafyaya, tarihe, insana ve onun yarattığı değerlere yaklaşımını anlatır. Bir kentin hatır ve hatıralara saygısını, düne ait vefasını, onu bugünlere ulaştıran ne varsa, onlara dair algısını ve bilincini sergiler. Kısaca, bir kentin kimliğini, özgeçmişini, çapını, kalibresini, birikimlerini özetlerler. Tıpkı evlerdeki fotoğraflar gibi, onlar da o kentin kültürel, düşünsel, tarihsel simgesine dönüşürler. Kısaca bir ev ve sakinleri için varacağımız yargıda, o fotoğraflar nasıl birer içtihat oluşturuyorsa, bir kent ve ahalisi hakkında bize ilk işaretleri o heykeller, anıtlar, korumaya alınmış tarihsel ve doğal varlıklar verir. Bu kadar beyandan sonra, sözü şu “kentsel dönüşüm” denen hikayeye taşımak, dönüşümcülerin ağzından bunlara dair neden iki çift laf çıkmaz, çıkamaz, irdelemek mümkündür. Ama köşe bitiyor, bunları niye yazdık, önce onu açıklamak gerek.

Üç gün önce, memleketin kültür ve sanat kalbi olarak adlandırılan İstanbul’da… Sanatın ve hayatın büyük ustalarından, kentliliğin incelik ve çelebilik simgelerinden Haldun Taner’in büstü parçalandı. Bir ülkenin ve kentin kalbi bir kere daha kırıldı. Vandallık deyip geçemezsiniz, cehaletin ilkelliğe bürünmüş hali gibisinden tümcelerle yetinemezsiniz. Bu hastalıklı tiplerin nerelerde yetiştiğini, kimlerin cesaret verdiğini, topyekun hangi sistemin ürünü olduklarını bilmeden ve asıl mücadeleyi onlara karşı göstermedikçe, gerisi laf-ü güzaftır.

Üç gün önce, İzmir’in Karşıyaka denen aydınlığında… Antiemperyalist duruşun ve mücadelenin yiğit insanlarından birinin, Doç. Dr. Osman Nuri Koçtürk, nam-ı diğer “Tarhana Osman”ın büstü, Karşıyaka Belediyesi tarafından açılıyor, yeryüzüne armağan ediliyordu. Ne var bunda alt tarafı bir büst diyemezsiniz. Karşıyaka Belediyesi'nin başka işi gücü yok mu diye sorarak, bizi boğmaya yemin etmiş ilkelliğe ve yobazlığa, yardım ve yataklık edemezsiniz. Dünya görüşü, yerel yönetim anlayışı, sosyal sorumluluk, geçmişe ve geleceğe saygı kavramlarını, bir büstle özetleyiveren Karşıyaka Belediyesi'ni anlamazlıktan gelemezsiniz.

Ama bir de “Tarhana Osman”ın kim olduğunu öğrenirseniz, bu çabanın niye verildiğini herkesten iyi bilirsiniz. O zaman bilgi, bir çağrıya dönüşür: “Türkiye için, İzmir şart!”