Torbalı Belediyesinin konuğu olarak katılacağım “24 Ocak Uğur Mumcu ve Demokrasi Şehitleri Anma Etkinliği” konuşmama hazırlanırken, Bolu’dan korkunç haber geldi.
Şu ana dek ölenlerimizin sayısı 79. Ne kolay, iki tuşa basıyorsun, sonuç beliriveriyor ekranda. Belki de asıl sorun, işte bu yabancılaşmada. İki titrek beyanat, üç sentetik manşet, dört çene suyuna çorba ekran paneli, üç beş tutuklama, kader, fıtrat, vesaire… Sonra? Yeni bir katliama kadar unutmak! Tabutların onar yirmişer mezarlığa taşınacağı yeni faciaya kadar, sanki bir daha olmayacakmış gibi yaşamak! Bu bizim hazin ahvalimizdir. Gelişmişlik turnusolünde çırpınışımızdır. Zor hayat-kolay ölüm coğrafyamızın rutinidir. Topraklarımızın tarihe "Büyük Mezarlık” olarak da yazılmasının gerekçesidir. Kof böbürlenme, tuhaf itibar, fos şaşaa paravanlarının ardındaki karanlık yanımızdır.
Bırakın yazı yazmayı, insanı her şeyden vaz geçirecek kadar ağır bir iklimi soluyor, hayatın her alanını boğmaya yemin etmiş bir süreçten geçiyoruz. Liyakatsizlik, çapsızlık, cehalet, görgüsüzlük, ilkellik, kabalık ve yüzsüzlük bataklığına sıkışıp kalmış gibiyiz.
Umutsuz olmayalım, elbette. Karamsarlık bir hastalıktır, amenna. Moralimizi yitirmeyelim, kuşkusuz. Ama bunlar gerçeği görmemizi de engellememeli. Acılar, yıkımlar biz alışalım diye değil, bir daha yaşanmaması için birer uyarıdır. Alışkanlık, en büyük hastalıktır. Eşitsizliğe, adaletsizliğe, hukuksuzluğa, ilkesizliğe alışmaya başladığımız anda, değil 79, 7799 kişi kavrularak ölse ne olur? Önceki gün Soma’da, dün patlayıcı fabrikasında, bugün kayak merkezinde ne olduysa, ne olacaksa o olur.
Sözü uzatmanın ne yeri, ne zamanıdır. Bugün devletin ve belirli bir süre için seçilmişlerin, atanmışların ve nihayet bu ülkede yaşayan herkesin öncelikli hedefi, bu facialara alışmayı engellemektir. Halının altına süpürülmeyeceğine, buharlaştırılmayacağına, katillerin korunmayacağına, yandaş-karşıt ayrımı yapılmayacağına olan inancı yaratmak ve pekiştirmektir. Toplumsal çöküşü hızlandıracak, güven ve umut duygusunu mahvedecek, bireysel ve toplumsal adalet duygusunu dinamitleyecek şey, bu gerçeğin unutulmasıdır.
Alfred Hitchcock filmlerinden, Stephan King romanlarından fırlayıp gelmiş gibi duran o otel enkazına bakıyorum. Gözümün önünden Madımak Oteli, depremin toz yığına çevirdiği apartmanlar ve belleğimizden silinmeyen silinmemesi gereken nice katliamlar ile yitirdiklerimizin yüzleri geçiyor. O ateşin ne olduğunu, o alevlerin neler yapabileceğini 6 yaşında öğrendim ben. Babamı evimiz yandığında yitirmiştim. Kişisel bir öyküyle sizi meşgul etmek istemem ama her faciadan sonra atılan nutukların, saçma sapan hüzün pozlarının garabetini, 55 yıldır çok iyi bilirim. Her sahtekârlık, işte bu yüzden midemi alt üst eder.
Bu yazıyı okuduğunuz günün akşamında, Torbalı’da bir salonda 24 Ocak Demokrasi Şehitleri üstüne bir şeyler söylemeye çalışacağım. Büyük olasılıkla sözlerimi, son zamanlarda çok sık yinelediğim Nazım Hikmet’in şu dizesiyle bitireceğim: “Ölümün adil olması için, hayatın adil olması lazım!”
O hayatı bizden başka kimse adil ve yaşanır kılamaz. Gidenlerimizden bunu öğrenemediysek, gelenlerimizin yüzüne bakamayız. Mesela bu kadar yalındır, basittir.