“Şehitlerimizi saygıyla anıyorum!”
Kızmaca yok. Koskoca Cumhurbaşkanı demedi mi “Ne istediler de vermedik!” diye? İşte o “11 yıl” boyunca, ne istediyse alanlar, bir gece kanlı bir ihaneti de gerçekleştirdi. O 11 yıl boyunca hainlere karşı uyarıda bulunan kim varsa “yok sayıldı.” Uyduruk “Ergenekon, Balyoz” süreçlerinde bizzat şahsımın hedefe nasıl konduğunu hatırlıyorum da, bana yaptığım yorumlar nedeniyle “Ergenekon piçi” diyenlerin, 15 Temmuz 2016 sonrası hâlet-i ruhiyelerini ibret ve dehşetle hâlâ izlemekteydim.
İhanet durduk yerde olmadı tabi. Bunun ardında kim bilir hangi derin düşmanlar, emperyalist çabalar var, elbet tahmin etmekle birlikte, derinlemesine araştırıp yazmak için yıllar gerekecek.
2002-2013 arasını tam olarak masaya yatırmadan o ihaneti çözmemizin imkânı yok. Her ne kadar ihanetin kökleri 2002 öncesine gidiyorsa da, kendini profesyonelce gizlemiş olan ihanet şebekesi, bu 11 yılda olduğu kadar destek görmedi öncesinde. “Ne istediler de vermedik!” sözü bahsettiğimiz 11 yılı kapsar. Ama bir başka boyut var. Ona da bakmak lazım aslında.
Örneğin İzmir’de okul, üniversite, dershane, matbaa, işletme, banka şubesi falan açmış olan örgüt, iktidarın sınırsız destek vermesi nedeniyle her alanda onlarla kısmi ya da tam iş birliği yaptı. Düşünsenize devletin kurumlarının açık sponsor olduğu bu örgüte, İzmir iş dünyası ya da siyaset odaklarının el uzatmaması mümkün mü? Gazetenin iftar yemeklerine katılanların hepsine, bugün “fetöcü” demek mümkün mü? Bakanların, vekillerin katıldığı etkinliklere, sade vatandaşın katılmaması mümkün mü? İzmir’de onların bankalarında hesap açanların hepsi örgüt mensubu mu? Yahu iş ortaklıkları bile yok muydu, neden unuttuk ki?
Örgüt “finans imparatorluğuyla” her alana, herkese, her yola giriyor başvuruyordu. Ergenekon süreçlerinde İzmir’de pek çok “demokratın” olaya örgüt gözüyle baktığına bizzat şahidim.
TRT’de bir belgesel yayımlandı geçen dönemde. “ŞEBEKE: İhanetin Kodları” adlı belgeselde, emniyet mensuplarının örgüt içindeki iletişimi çözmek amacıyla yaptıkları olağanüstü mücadele anlatılıyor. Belgeseli YouTube üzerinde izleyin lütfen. O belgesel bile, bu örgütün nasıl özgürce yayıldığını ama tedbiri elden bırakmadığını kanıtlıyor. Bugün en büyük kaygım, bu örgütün, başkaları tarafından “örnek alınması.” Ne yazık ki “din referansı” halk üzerinde etkili.
Olan oldu… Lakin keşke 15 Temmuz “olduğu gibi” değerlendirilebilseydi. Sonrası yaşanan siyasal kırılmalar Türkiye’ye zarar verdi, farklı bakış açılarına rağmen “asgari müşterekte” dahi uzlaşamayan siyasi kutuplaşmalar doğdu. Geçmişini unutturmak isteyenlerin panik ve telaşıyla yaptıkları uygulamalar “toplumsal zulme” dönüştü.
Hata yapmak insan mahsustur. Ama yaptığı hatayı “yok sayıp” yeni hatalar yapmak, yapanı, yapanları tarih önünde nahoş durumlara sürükler. Bunu anlayabilmeleri için, hata sahiplerine, objektif dünya tarihi okumalarını öneriyorum. Ve mümkünde bunu vicdanlarıyla yapsınlar.
***
İZMİR BASINI, NEREDEN NEREYE?
Ciddi tartışılması gereken bir konudur İzmir basının dünden bugüne hâl-i pürmelâli. Bugün gazetelerin baskı sayısı ve satış rakamlarının nüfusa oranla acınacak durumunu sadece “siyasal” gerekçelerle anlatmak bana sadece kolaycılık geliyor. Hayatımın son 7 yıl hariç 40 yıla yakın kısmını, çoklukla sokakta, muhabir ruhumu kaybetmeden gazeteci olarak yaşadım. Gazetecilik mesleğinde ünlendim, çevre sahibi oldum. 2000 yılı krizine kadar İzmir’de gerek gazete okunurluğu gerekse TV izlenirliği yer yer İstanbul baronik medyasını geçiyordu. Kanal 1, SKY, EGE TV, Yeni TV, İzmir TV, Kanal 35 yıllar içinde İzmir’de mikrofonlarıyla devlet-halk iletişimini başarıyla sürdürdü. Yeni Asır, Yenigün, Haber Ekspres, Ege Telgraf, 9 Eylül gazeteleri o yıllarda İzmir’de vazgeçilmez basın organlarıydı.
Bugün yaşanan menfi durumlar, bugünün ürünü değil diye binlerce kez konuştum. Yazdım ve savundum. İstanbul gazetelerinin İzmir’de açtıkları eklerden tutun, kamu kurumlarındaki “basın danışmanlığı birimlerinin” işlevleriyle haber ajanslarının güçlenmeleri ne yazık ki İzmir basınının asırlık vasıflarına darbe üzerine darbe indirdi.
Rahmetli ağabeyim Can Süphandağlı’nın ciddi bir çabasını anlatacağım şimdi. 2009-2012 arası Rahmetli Can ağabeyim, günlerce araştırdı, sordu ve sonunda oturdu, TBMM başta olmak üzere pek çok makama mektup yazdı. Çünkü Can Süphandağlı, yıllar önce “bugünü” görmüştü. Ama biliyor musunuz, mektup yolladığı tüm makamlar bir “okuduk” mesajı bile yollamadı.
Şimdi çuvaldızı kendimize batırdık batırdık, batırmazsak İzmir gazeteleri tıpkı televizyonları gibi yok olup gidecek. Gazetelerde çalışan meslektaşlarım, mesleki ve maddi anlamda tatmin oluyorlar mı? Hayır! Gazete yöneticilerinin muhabirlikten başlayan bir geçmişleri var mı? Kısmen. İstanbul gazeteleri ne vasıfta olursa olsun İzmir’de satılırken, Sözcü başta olmak üzere İzmir’de karşılık bulurken, neden İzmir’in gazeteleri eskisi gibi yurttaşların evlerine girmiyor? Nedeni sadece sosyal medya ise, Sözcü gazetesi nasıl satıyor?
Kamu kurumları bugünkü sayıdan daha fazla gazete alsalar ne olur peki? Çalışanlar daha insani haklara sahip olurlar mı? Genç gazeteciler, usta gazetecilerden eğitim alırlar mı?
Durum çok farklı sevgili meslektaşlarım…
İzmir’de önce bazı anlayışların ve kötü alışkanlıkların değişmesi gerek. Gazeteci taraflı da olsa objektif olmak zorundadır. Gazetecinin “muhatabı” siyaset ya da ticaret erbabı değil, irade-i milliye olan halktır. Halk gazete almıyorsa, gazetelerin bunu araştırması gerekir. 150 yıl önce her kültürden onlarca gazete ve dergiye sahip olan, İstanbul’u bile yönlendiren İzmir basını, 150 yıl sonra “kamu kurumlarının satın alacağı” gazetelerle güçlenecek ve özgür olacaksa yandık “Marmara çırası” gibi!
Benim İzmir Gazeteciler Cemiyeti’nin çiçeği burnunda yönetiminden ricam, önder olup bu olumsuzluklara mercek tutmasıdır. İzmir Ticaret Odası ve Ege Bölgesi Sanayi Odası’nın aidiyetsiz bakışlarını da teşhir edip, “sokak gazeteciliğini” öne çıkarmazsak, her önüne gelene “gazeteci” her alandan doğana “gazete yöneticisi” her parası olana da “gazete patronu” demeye devam ederiz. Gazetecilik “cüzdan” değil “vicdan” işidir!
***
“ARKA SIRADAKİLERİN” YÜZME SEVİNCİ
Kim nasıl eleştirirse eleştirsin Başkan Tunç Soyer’i. Eleştirmek “dikkate almaktır.” Başkan Soyer’in demokrasiye olan inancı ve demokrasiyi yaşam biçimi seçmesidir belki eleştirilerin çok olması. Tabi, Başkan da takip ediyordur. Ülke genelinde eleştirinin ne kadar riskli olduğunu düşününce, Başkan Tunç Soyer’i eleştirenler, sanırım ne kadar “farklı” olduklarını biliyorlardır.
Neyse konum bu değil… Bazı “minnaklar” özgürlüğümü sorguluyor ama gerçeği ben yaşıyorum. Kaç defa yazdım bilmiyorum, İzmir’in “arka sıralarında” doğdum ben. İlkokul, orta ve lise hep “arka sıradaydı.” Babam ve annem de “arka sıradaydı.” Rahmetli babamın gençlik fotoğraflarına bakıyorum da, Kale baklaları içinde arkadaşlarıyla eğlenmeleri bana rüya gibi geliyor. Çünkü ne bakla kaldı ne de oturulacak toprak. Size daha önce de yazmıştım, Kireçlikaya’dan Basmane’ye inen özel bir yol vardır. Elbet bir gün o yoldan Başkan Soyer’le birlikte de ineceğiz. O yol öyle bir yoldur ki, her adımınızda asırların fukaralığını, gurabalığını, yoksulluğun haykırışını duyarsınız yüreğinizde. O yol ve sokaklar asırlardır hep itilen, yok sayılan, “kullanılan”, seçimden seçime bir oycuk hatırlanan ama kâğıt üzerinde “yurttaş” olan insanların yaşamlarına tanıklık etti, mekân oldu. O yol boyunca, artık yıların yorgunluğuyla başını eğen evlerde öyle yaşamlar oldu ki, hikâyelerini kimse duymadı. Hayatları bir “ezanla selâ” arasında ve hayatı “yaşayamadan” göçen insanların sokaklarıdır o yolun etrafı.
Ve o sokakların, mahallelerin çocukları…
O çocuklar küçücük yaşlarda tanıdı çamurda çıplak ayakla dolaşmayı, susuz ve elektriksizliği. O çocukların tek eğlencesi yine kendileriydi. Arkadaşlarıyla kurdukları hayallerdi. Çoğu evlerinde tek çalışan babalarının, kendilerine akşam sürpriz küçük bir hediye getirmelerini bekleyerek büyüdü. Denize yukarıdan bakan mahallelerde yaşıyordu o çocuklar ama çoğu deniz kıyısında iyot kokusunu duyumsamadan büyüdü. Bazı mahallelerde, güzel yürekli bazı amca ve teyzeler, küçük paralarla kamyon tutup, çok sıcak yaz günlerinde, kamyon kasalarında “denize götürürdü” mahalleyi. Karpuzlar, kilimler, toplar, çizgili pijamalar, pijama üstü atletler, kuru köfteler, patates kızartmaları, börekler de giderdi kamyon kasasında. Ama mutlaka garip gurabalığını, fakir fukaralığın yarattığı eşsiz bir beraberlikle giderlerdi denize. “Kalamaki’ye” gittiklerinde, yine birbirlerinden ayrılmadan, otomobil lastiği içinde, çimmekle başlayarak yüzmeye geçerdi çocuklar.
Ben de o çocuklardandım bir zamanlar…
Ama çocukluğumda bir gün bile “belediye” duymadım ben. Belediye Başkanı benim için sadece 9 Eylül’de ortaya çıkan bir amcaydı. Onu da “yavrukurt” olduğumda törenlerde görmüştüm. Belediye Başkanı ya da adayı bizim sokaklara pek gelmezdi. Ama belediyeci çocukları vardı aramızda. Babası temizlik işçisi, otobüs şoförü, zabıta ya da memur olan arkadaşlarımız vardı. Belediyenin biz çocuklar için “bir şey” yaptığını da hatırlamıyorum. Ha söyleyeyim, 1968 doğumluyum ben. Çimentepe’de doğdum, Kireçlikaya’da büyüdüm. O sözünü ettiğim yolu da tam 6 yıl indim çıktım her gün. Çünkü ortaokulu ve liseyi Basmane’de Şehit Fethi Bey Lisesi’nde okudum.
Bugün bakıyorum da Altınordu Mahallesi çocuklarına, biraz da kıskanıyorum. Çünkü yerli İzmirli olsam da yüzmekten hoşlanmıyorum. Çünkü doğru öğrenemedim ve denizden korktum. Oysa denizi hep yukarılardan merak ederek izlerdim. O çocuklar şimdi yüzme öğreniyor eğitmenlerinden. O çocuklar tıpkı “ön sıradaki” çocuklar gibi bone ve mayoyla tanışıyor, özgüven kazanıyor, yeteneklerini çıkarıyorlar ortaya. Aralarından yarınlarda yüzme şampiyonları çıkacak eminim.
Siz Başkan Tunç Soyer’e ister siyasi ister belediye açısından karşı olabilirsiniz. Hatta sevmeyebilirsiniz de. Ama ben derim ki, o havuzlardan birini ziyaret edin. O çocukların gözlerine bakın, kahkahalarını duyun. Annelerinin sevinçlerini görün. O havuzlar o çocuklara, İzmir’in işadamlarının çoğunda olmayan “kentlilik aidiyetini” kazandırıyor. Kötü niyetli, ayrımcı, insanlık düşmanlarına şamar indiriyor. Neredeyse iki yüz yıldır gülmeyen “arka sıradaki” çocuklar, o havuzlarda geçen kasvetli asırlara inat kahkaha atıyor. Ve kahkaha atan çocukların olduğu yerlerde güneş asla batmaz, karanlık asla çökmez.
Çok yaşayın siz Tunç Soyer Başkan.