İşte hiç unutamadığım bir anım: 1975’te doktora tezimi yeni bitirmiştim. Aynı konuda yazdığım bir inceleme yazısını Türk Dili’nde yayımlanması için Türk Dil Kurumu’na götürdüm. Batı dünyasında gelişen, ama bizde fazla bilinmeyen çağdaş dil kuramlarını kendi çapımda bizim insanımıza da duyurmayı çok istiyordum. O yazı bunun ilk adımı olacaktı.
Oraya gittiğimde derginin yayın sorunlusu (“editör”ü) Ali Püsküllüoğlu’ya yönlendirdiler beni. O da sayfalara öylesine bir göz attıktan sonra, bitişik odadaki TDK Genel Yazmanı Cahit Külebi’ye iletti. Sonucu öğrenmek üzere aradığımda, o yazı, görüş bildirmesi için, haklı olarak, üniversite hocası, kendi alanında “ünlü” bir Türk dili uzmanına iletilmiş. Bir süre geçtikten sonra, Püsküllüoğlu, “Belirtilen düzeltmeleri yaparsanız yazınız Yayın Kurulu’na sunulacak” dedi.
Eve döndüğümde düzeltmelere baktım: Özellikle sözcük seçimi ve tümce biçimlerine ilişkin çok sayıda değiştirmeleri görünce, yayımlamaktan kesinlikle vazgeçtim: Bunu yapsaydım, yazının benim olmaktan çıkacağını, uyguladığım kuramsal anlatımın da büyük ölçüde sarsılacağını düşündüm.
Yazıyı çöp sepetine atmadım, ama nereye koyduğumu unuttum; kırk yılı aşkın süre boyunca bütün aramalarıma karşın bulamadım gitti. Bakmadığım çekmece, klasör, dosya, kitap arası kalmadı. “Kaçan balık büyük olur” örneği mi, yoksa üzülmeye değer bir şey mi söz konusu, bunu söylemek bana düşmez.
Ancak, en özgün akademik çalışmaların doktora düzeyinde yapıldığı; sonrakilerin o temelde yükseldiği söylenir hep. Oldukça uzun çalışma yaşamımda, kendimle ilgili olmasa da, genelde bunun doğru olduğunu gördüm. Ama bir tezin de “formalite” belgesi olmaması koşuluyla… Doğrusu, “formaliteler”le profesörlüğü elde eden, onunla da yetinmeyip üst düzey “idari” görevlere ya da bilmem hangi yüksek orunlara tırmanmış, burnundan kıl aldırmayan nice anlı şanlı hocalar gördüm. Şimdi de feslisini, cüppelisini, tespihlisini, vb. hep birlikte görüyoruz.
Bugünleri hazırlayanlar, yalnızca siyasal sorumlular değil, ayrıca ve özellikle, “üniversite” adı altında on yıllardır süregelen yozlaşmalardır. Şimdi artık, “okumuş (!) cahiller” çağını yaşıyoruz.
Kendi durumuma gelince, belki de toyluğumun verdiği aşırı öz güvenle, yazımı fazla önemsemiş, onu düzelten uzmanı “yetersiz”(!) bulmuş olabilirdim. Gerçekte saygı duyduğum, bilgisine güvendiğim birisiydi. Konuya yaklaşımımız değişik olabilirdi. Belki de ileri aşamalarda onun bu tutumunu içime sindirir, gülümser geçerdim. Ama öyle olmadı. Çok sevdiğim birisini yitirmiş gibi, acıntısını (nostaljisini) yaşadım kaybolan o yazımın.

***

İnsanın doğal yapısında yerleşik korku, kıskançlık, savunma, vb. gibi duygular arasında “özsevi” de vardır: Başkalarınca beğenilme, üstünlük, haklı çıkma, tanınma, gözde birisi olma, vb. gibi duygular “özsevi”nin dışavurum biçimleridir. Ne var ki, özellikle ünlü olmanın toplumda uyandırdığı seçkinlik ve üstünlük önyargısı kimi haksızlıkların da kaynağıdır. Bir insanın ünü, ister bunu kendi özel çabasıyla sağlasın, ister kendi istenci dışında oluşsun, durum değişmez: Her türlü yargıda o hep birkaç adım öndedir, kararları en geçerli olandır
Bir süre önce bu köşede başlık olarak kullandığım “Görünüyorum, öyleyse varım” sözünün içeriği de özseviden kaynaklanır. Yılbaşı yaklaşırken, “2017’nin en iyi 20 kitabı” başlıklı bir haberde, benimkine koşut bir başlıkla, “Görünüyorum, o halde varım” adlı bir kitabın çıktığını öğrendim (Tayfun Atay, 2017, Can Yayınları). Konu “popüler kültür” bağlamında ele alınmış. “Ünlüyüm, öyleyse varım” da denilebilir. Ama bunlar birer alay sözü. Doğrusu, Descartes’ın söylediğidir: “Düşünüyorum, öyleyse varım”.
Nesnelliğin güvencesi, karşılaştırmanın, “özneler” değil, nesneler arasında yapılmasıdır.