Artık acil serviste yapılan iğneler de kesmiyor. O kafatası çatlatan ağrı, o bulantı, üzerine illaki bir de damar yolu istiyor.
Çeşme Devlet Hastanesindeki nörolog, artık migrenimin tek başına gelmediğini, gelirken yanına vertigo ve yüksek tansiyonu da çağırdığını söyledi. O yüzden geçmekte bu kadar inatçı oluyormuş.
İşte geçen gün yine migren yüzünden apar topar gittiğimiz Çeşme Devlet Hastanesinin acil servisinde son derece hazin bir tabloyla karşılaştık.
Ben kendi ağrımı bıraktım, o insanlara takıldım kaldım.
Çeşme açıklarında bir mülteci botu batmış.
Kurtulanları acil servise getirdiler.
Kadınlar, genç adamlar... Üzerleri ıslak, bakışları boş.B irer battaniye verildi, sarılsınlar, ısınsınlar diye.
Sonra hastanenin deposundan kuru yetişkin kıyafetleri istedi bir hemşire.
Demek öyle bir sistem oturtulmuş. Hemşireler ve doktorlar telaşsız. Belli ki sık sık yaşanıyor bu durum.
Ama ben ilk kez şahit oldum.
Migren ağrısı çekenler bilir. Gözleriniz ışığa karşı aşırı hassaslaşır, karanlık ortam istersiniz. Ortam karanlık değilse de gözünüzü açmakta zorlanırsınız.
Acil servisin kuvvetli beyaz ışıkları altında ben de zorlanıyorum ama elimde değil durup durup tek gözümü açıp 'ona' bakıyorum. Benden üç sedye ileride.
25-30 yaşlarında koyu tenli, siyah saçlı, ıslak giysilerinin üzerine battaniye sarmış genç bir adam.
Öylece karşıya bakıyor.
Arkamdaki duvara.
Dakikalarca öyle boş boş.
Yatmıyor da. İlişmiş sedyenin ucuna... Belki giysileriyle ıslatmasın diye, belki umuda yolculuğu bir hastane köşesinde son bulduğu için yaşadığı şok nedeniyle.
Ben hayatımda bu kadar çaresiz, bu kadar mutsuz, bu kadar boş, bu kadar bitik ifade görmedim.
Sanki bedeni öyle kalmış da ruhu içinden uçmuş gitmiş gibi. Gözleri boş iki kara çukur.
Üzerinden günler geçti, ben okuduğum her mülteci haberinde o çaresizliğin uğursuz tablosu gibi duvara boş bakan o gözleri hatırlıyorum ve kahroluyorum.
***
Kendimi o insancıkların yerine koyunca da kahroluyorum.
Ülkesi gözü dönmüş bir manyak tarafından yönetilen, iç savaşla boğuşan, yetmezmiş gibi zengin yeraltı kaynakları yüzünden dış ülkelerin de hedefinde bulunan toprakların vatandaşı olmak ne demek, az çok anlayabiliyorum çünkü.
Doğduğun şehri, memleketini, evini, işini kısaca her şeyini kaybettiğini düşün.
Açıkta kaldığını. Gidecek, sığınacak bir yerinin olmadığını...
Cebinde paran olsa bile seni hiçbir ülkenin istemediğini, kapıdan çevirdiğini...
Kaçak olarak girmeye çalıştığın ülkelerde en yakınlarını yitirdiğini düşün...
Düşün ve bu kahpe düzene kahrol...
***
Hep beraber kahrolalım, kahrolalım da...
Mültecilerin durumuna ne kadar üzülürsem üzüleyim, kardeşim ben onların burnumun dibinde yaşadığını görmek istemiyorum!
İstemiyorum ya is-te-mi-yorum!
Zaten cehaletin, eğitimsizliğin, parasızlığın, adaletsizliğin pençesinde kıvranan bir ülkenin maddi-manevi zar zor ayakta kalmaya çalışan bir vatandaşıyım. Üzerime bir yük daha binmesini is-te-mi-yo-rum. Nokta. Bu kadar!
Onların çaresizliği için geçici çareler üretmeye hazırım ve razıyım.
Ama bu ülkeye temelli yerleşmelerini is-te-mi-yo-rum.
Bir emniyet görevlisinin kendi ağzından duyduğum "Suriyeliler neyse de Afganların yanına biz bile yanaşmaya korkuyoruz, çok vahşi ve çok acımasızlar" dediği insanlarla komşu olmak is-te-mi-yo-rum.
Bizim cahilimiz, bizim vahşimiz bize yeter. Bir de katmerlisini kaldırmaz artık bu ülke, is-te-mi-yo-rum.
Bu insanları bir an önce TC vatandaşı yapıp oy potansiyeline çevirmeye çalışanlara, kendine ucuz iş gücü arayanlara inat, ben bu oyuna razı gelmek; İS-TE-Mİ-YO-RUM!
Çoğunluğun benim gibi düşündüğünü de biliyorum.
Eminim mültecilerin yaşadığı drama, onlara sözüm ona çareler üretir gibi görünen makam sahiplerinden daha çok üzülüyor, selametleri için duacı oluyoruz.
Ama bu ağır yaranın çözümü senin benim merhametimi çok aşıyor be güzel kardeşim.
