Ülkemizin matbaa ile tanışması oldukça geç olmuş, ama sinema için aynı şeyi söyleyemeyiz. Demek ki, sarayı pek korkutmamış sinema. İlk kez bir kameraman padişahın saraydan çıkışını kayda almaya girişip, muhafızlar tarafından engellenince, padişah müdahale etmiş: “Bırakın çocuk oynasın!”… İlk film gösterimi, 1895 yılında Paris’teki ilk film gösteriminden bir yıl sonra Yıldız Sarayı’nda yapılmış. Sinema sanatının halkla buluşması da gecikmemiş, aynı yıl içinde gerçekleşmiş, Türkiye’nin batıya açılan iki penceresi, İstanbul ve İzmir’de…
Sinemanın gücünü, Saray’dan önce işgal güçleri fark etmiş olmalı ki, ilk sansür , “Mürebbiye” filminde bir Fransız mürebbiyesini anlatan Ahmet Fehim’in başına gelmiş. Ondan sonra, sinemamız paçasını kurtaramamış bu dertten. Polis Vazife ve Selahiyetleri Kanunu ile iyice kurumlaşmış sansür. Amerikan sinemasının sinema piyasasında serbestçe at oynatmasını sağlayan yasal değişiklikler sonucu, Anadolu işletmecilerinin gücü azalıp, tekelleşmenin önü açıldığında, ekonomik sansür, polis sansürünün önüne geçmiş.
Sinemamızın SWOT analizini yapmak için yerimiz yetmez, ama güçlü ve zayıf yanlarına, fırsat ve tehditlere kısaca değinebiliriz. Türkiye sinemasının karşısındaki en önemli tehdit sansür olurken, en önemli gücü halkın desteği olmuştur. 80 darbesinin zeminini hazırlayan şiddet olaylarının yoğunlaştığı, televizyon ve video gibi yeni oyuncakların hayatımıza girdiği yıllarda bu destek azalsa da, sinema uzun yıllar boyu tek kitlesel eğlence aracımız olmuştur. Amerikan sineması, pazara hakim olmak için ne kadar çabalasa da, halkımızın tercihi hep yerli sinemadan yanadır. Avrupa sinemaları içinde, izlenen filmlerde yerli film oranının %50’nin üstünde olduğu iki ülke vardır, ilk sırada Türkiye, ardından Fransa…
Sinemamızın en güçlü yanı bu iken, en zayıf yanının da, dağıtım mekanizmasındaki tekelleşme olduğunu söylemeliyiz. Son yıllarda ülkemizdeki sinema salonlarının çok büyük bir kısmı, Güney Koreli bir dağıtım şirketinin kontrolünde. Yani, o salonlarda hangi filmlerin oynayacağına Güney Kore şirketi karar veriyor. Bu duruma karşın, Türk filmlerinin hasılat listelerinin üst sıralarına yerleşebildiğini görüyoruz. 2019 yılında, Türkiye’de en çok ‘iş yapan’ 10 film arasında yerli yapımlar çoğunlukta. İlk sırada, 5.300.000 izleyici ile “7. Koğuştaki Mucize”, ikinci sırada 3.800.00 ile “Recep İvedik 6”, üçüncü sırada 3.500.000 ile “Organize İşler Sazan Sarmalı” geliyor. Halkımızın melodram ve komedilere düşkünlüğü malum… Peki, yılın değerlendirmeleri ve ödülleri içinde öne çıkan “Kız kardeşler”, “Küçük Şeyler”, “Görülmüştür”, “Sibel” gibi yapımların 10.000 ile 30.000 arasında bir izleyiciye ulaşmasını da olağan mı göreceğiz? Yoksa, sinemamızın en zayıf yanı olan dağıtım ağının bir sonucu olarak mı?
Bu durum, yalnızca yerli yapımlar için geçerli değil. 2019 Cannes Festivali’nde ‘Altın Palmiye’yi kazanan, önümüzdeki günlerde sonuçlanacak Oscar yarışında da büyük bir olasılıkla En İyi Uluslararası Film Oscar’ını kazanacak olan Güney Kore yapımı “Parazit” için de geçerli. Biz, ne kadar yazıp çizsek de, filmin izleyicisi 100.000 sınırını geçememiş (henüz diye ekleyelim, çünkü Oscar ödülü bu sayının artmasına neden olacaktır). Kıssadan ne hisse çıkaracağız? Sinemamızın karşısındaki tehditlerden en önemlisinin, sinema kültürümüzün (ve elbette genel kültürümüzün) zayıflığı olduğu gerçeğini. Bu tehdit karşısında, alınacak en etkili önlem, sinema kültürünün yaygınlaştırılması değil mi?
Türkiye sinemasının karşısındaki fırsatlar arasında, Türkiye’nin (İzmir’in) uluslararası yapımlar için elverişli bir plato olarak değerlendirilmesi, ortak yapımların sayısının artması sayılabilir. Bunlar, sektöre mali destek sağlayabilir ama sinemamıza katkısı sınırlı olacaktır. Çözüm, nitelikli izleyici sayısının artışında. Bunu sağlamanın yolu da, nitelikli film festivallerinden, nitelikli yerli ve yabancı yapımlara gösterim olanağı sağlayarak sinema kültürünün yaygınlaşmasına hizmet edecek bir dağıtım ağının oluşturulmasından, yani bilinçli yerel yönetim politikalarından geçiyor.