Ulusal kimliğimizin, ekonomik ve kültürel bağımsızlığın temelinde Türkçe var. Konuşma, anlaşma, iletişim kurma aracımız olan Türkçemizin bizi biz yapan temel özelliğimiz olduğunu aklımızdan hiç çıkarmamalıyız. Ortak bir dilin konuşulmasının ulus olmanın ilk ve en önemli koşulu olması, sürekli değişmeye uğrayarak varlığını devam ettiren Türkçeye daha da büyük özen göstermemizi, sahip çıkmamızı, korumamızı gerektiriyor.
Bir topluluğun ulus olarak adlandırılabilmesi için ortak bir dilin konuşulması, ortak tarihsel geçmişe sahip olunması, bir arada yaşamakta olan topluluğun gelecekte de bir arada yaşama inancında olması, bireylerin birlik ve beraberlik içinde ortak duyguları paylaşması, kültürel bir ortaklığa sahip olunması gereklidir.
Diline sahip çıkamayan, koruyamayan ulusların kimliklerinde zaman içinde değişmeler olmaktadır. Toplulukları asimile etmenin, ulus kimliğini zedelemenin ve uzun vadede kalıcı olarak değiştirmenin en etkili yollarından biri diliyle oynamaktır. Öz diline sahip olabilmenin önkoşulu, neredeyse ilk ve tek koşulu bağımsızlıktır, egemenliktir. Bağımsız olmayan, egemen olamayan uluslar önce küçük küçük tavizler vermeye başlayarak azar azar, yavaş yavaş dillerini kaybetmekte, üstün olan devletin dili bazen sertlikle, zorla ve bir hamlede, bazen de adım adım hakim hale gelmektedir.
Diline sahip çıkamamış olan insan toplulukları yalnız egemenliğini ve bağımsızlığını değil aynı zamanda ekonomik özgürlüğünü, zamanla kültürel kimliklerini de kaybetme durumundadır. Aynı kültüre sahip olan toplulukların dilleri ile oynandığında zamanla iletişimlerinin bozulması ve kültürel bağlarının zayıflaması, bölünerek yönetilmeye daha açık hale gelmeleri kaçınılmazdır.
Her savaşın temel hedefi ekonomik avantaj elde etmektir. Savaştan yenilgiyle çıkan daima ekonomik bedel öder; savaştan zaferle çıkan devletin ya da silahsız yapılan güç savaşında üstün olan tarafın hegemonyası altına girer. Yenik, güçsüz, zayıf olan ulusun diliyle oynanması kullanılan yöntemlerin başında gelmektedir.
HAKİM ULUSLAR
Kuzey yarımkürede bulunan güçlü ve baskın ülkelerin, daha güneydeki coğrafyada yer alan, nüfus olarak çoğunlukta ama ekonomik güç olarak en diplerde olan üçüncü dünya ülkelerini her anlamda kontrol ettiklerini görebiliriz. Elitler grubunu oluşturan ayrıcalıklı ülkelerin hegemonyası altında olan üçüncü dünya ülkeleri yalnızca ekonomik bedeller ödemiyor, aynı zamanda kültürel olarak da yönlendiriliyor, hakim durumda olan ulusların çıkarları doğrultusunda şekillendiriliyorlar.
Dünya tarihine baktığımızda yüzlerce yıl ayakta kalabilen veya kasırga gibi ezerek, yıkarak gelip geçmiş olan imparatorlukların da bu kuralların dışında olmadıklarını görürüz. Bilebildiğimiz kadarıyla sadece Osmanlı İmparatorluğu fetihler yoluyla üç kıtanın topraklarında hüküm sürmüş olduğu halde, kendisine bağladığı toplulukların dillerini değiştirmedi. Dil ve din özgürlüğü tanıdı. Bunu yaparken kazanan taraf olmanın ayrıcalığını kullanarak vergisini aldı. Çoğunlukla fethedilen ülkenin başına, yine o ülkenin seçkin ailelerinden, Osmanlı’ya tabi olacak biri yönetici olarak getirildi.
Hükmetmek istediği ülkenin başına uygun gördüğü birini getirme yöntemi, bazı devlet başkanlarının alışılmış taktiği olmaya devam ediyor. Günümüzün hegemon devletlerinde dile ve dine dokunmama anlayışını göremiyoruz.
Tarihsel süreçte yabancı devletin egemenliği altına giren halkların hemen hepsi yöneten ülkenin dilini ve dinini kalıcı olarak benimsedi. Başka ülkenin egemenliği altında yaşamış olan topluluklarda bireyler yerel dillerini kendi aralarındaki iletişimlerinde kullanmaya devam etseler de okullarda ve devlet dairelerinin her kademesinde yabancı dili kullanmak zorunda kaldılar.
Bu halklar bağımsızlarını kazandıktan sonra dahi durum pek değişmiyor. Kendi dillerinin kalıcı olarak geri plana düştüğü görülüyor. Bugün Afrika’da, Güney Amerika’da, Güney Asya’da insanlar Fransızca, İngilizce, İtalyanca, Almanca, İspanyolca, Portekizce gibi dilleri ana dillerinden daha iyi bilmek ve kullanmak durumundalar. SSCB ortadan kalkmış olsa da bir zamanlar hakim olduğu coğrafyanın tamamında Rusça konuşulmakta ve diğer topluluklarla iletişim bu dille kurulmaktadır.
MACAULAYİZM
Dünya nüfusu hayatta kalabilmek için savaşlardan kaçan sivil halkın göçleri ile sürekli değişim içinde bulunuyor. Savaşların ve sıcak çatışmaların olmadığı ortamlarda da baskı ve kontrol yöntemleri uygulanarak istenen doğrultuda hareket etmeleri için insan toplulukları şekillendiriliyor.
Emperyalist devletlerin insanları yönlendirme, yönetme ve sömürgeleştirme tekniklerini geliştirirken bu konunun literatürünü de oluşturduklarını, uygun deyimle “kitabını yazdıklarını” görüyoruz.
Yerli kültür ve hayat tarzının eğitim sisteminde uygulanan değişiklikle, sömürgeci devletin kültürüyle değiştirilmesi amacına yönelik çalışmalar için kullanılan terim Macaulayizmdir.
19. yüzyılın ilk yarısında çok sayıda dilin konuşulduğu Hindistan’da kullanılan eğitim dili üzerine İngiltere’de bir tartışma yürütülüyordu. Hintlilerin daha iyi bir eğitim almasının değil, eğitim almış olanların daha sonra İngiltere ile ilişkilerinin nasıl olabileceğinin hesabı yapılıyordu. Bu eğitimli kişilerin sömürgeciliğe karşı çıkmaları ve İngiliz yönetimine baş kaldırmaları ihtimali birilerinin uykularını kaçırıyordu.
Sonradan İngiltere’nin en kapsamlı tarihlerinden birini yazacak olan, bir dönem savunma bakanlığı da yapan edebiyatçı ve meclis üyesi Thomas Babbington Macaulay konuya el attı ve 1834 yılında İngiliz Avam Kamarası’na bu konuyu karara bağlatan bir rapor sundu. Raporun 34. Maddesinde şöyle deniliyordu:
“Şimdi bizimle yönettiğimiz milyonlarca insan arasında iletişim kuracak yeni bir sınıf yetiştirmemiz gerekiyor. Bu sınıf kanı ve ırkı Hintli ama zevkleri, görüşleri, ahlakı ve düşünce yapısı olarak İngiliz olmalıdır. Ahalinin konuştuğu dillerin gelişimini ve bu dillerin Batı dillerinden alınmış teknik terimlerle zenginleşmesini ve bu yolla bilginin büyük kitlelere ulaştırılmasını işte bu sınıfa bırakabiliriz.”
Böylece Hindistan’daki yüzlerce milyon insanın yönetilmesi amacıyla oluşturulacak yerli yönetici sınıfın dilinin İngilizce olması kabul edilirken Hindistan ve bazı başka ülkelerde “yabancı eğitim dili” denen olgu ortaya çıktı.
TÜRKÇE’NİN RESMİ DİL OLUŞU
Anadolu Türklerinin kendi diline sahip çıkması yolundaki en önemli adımın atılabilmesi için de bir savaş verilmesi gerekti. 13. yüzyıl ortalarında Selçuklular, devlet işlerinde Farsça’yı kullanırlardı. Halk ise öz dilleri olan Türkçeyi kullanıyordu.
Karamanoğulları Beyliğinin kurucusu Kerimüddin Karaman Beyin en büyük oğlu Mehmet Bey bilim adamlarını etrafına toplayan, onlara büyük önem veren bir liderdi. Askeri ve idari yönden bilgili bir devlet adamı olan Mehmet Bey millet olarak birlikte yaşamanın ilk şartı olan dil birliğinin sağlanmasının gerekliliğine inanıyordu. Bu birliği gerçekleştirmek için Toroslarda yaşayan Türkmen boylarını çevresinde toplayarak bir ordu oluşturdu.
Üzerine gönderilen Selçuklu ve Moğol kuvvetlerini yenilgiye uğratarak Konya’ya girdi. Burada yaşayan Selçuklu Türkleri, Karamanoğulları ile birlik oldular.
Konya vilayeti ve çevre iller kısa zamanda Karamanoğullarının hâkimiyeti altına girdi. İdareciliği sırasında Türkçeyi resmi dil ilan eden fermanını verdi. 13 Mayıs 1277’de “Şimden gerü hiç kimse divanda, dergahda, bargahda, mecliste, meydanda ve dahi her yerde Türk dilinden özge söz söylemeye” diyerek sadece siyasi ve askerî değil, aynı zamanda kültürel bir zafer kazandı.
Türkçe’nin Anadolu topraklarında resmi devlet dili oluşu 645 yıl önce verilen bu buyruğa dayanıyor.
Prof. Dr. Bilge Umar kitabında konuyu şöyle aktarıyor:
“Türkmenlerin başındaki Selçuklu Sultanları, komutanları, ileri gelenleri Türkçe konuşmuyordu. Farsa konuşuyordu. Devletin ömrü boyunca resmi dil Farsça olarak kaldı. Bu devletin yıkılması yaklaşırken Moğol kuklası olmuş Konya Sultanına karşı ayaklanan Karaman Oğlu Mehmet Bey, Konya’yı ele geçirdiği sırada ‘Bundan böyle divanda dergahta, bargahta mecliste ve meydanda Türkçeden başka dil kullanılmayacak’ buyruğunu verdi.”
Türk ulusu, var oluşunun başından itibaren kendi dilini kullanma özgürlüğüne sahip oldu. Bu ayrıcalıkla yaşadık, başka türlüsünü de bilmiyoruz. Çünkü bizler egemen bir ulusun bireyleriyiz. Tarih boyunca egemen ve bağımsız olduğumuz için dilimize sahip olmaya devam edebildik.
Dünya ile iletişimimizi sağlamak için yabancı bir dil öğrenmeyi, konuşmayı istiyor, çalışıyor ve başarıyoruz. Çoğu zaman da bu konuda yetersiz kalabiliyoruz. Fakat ana dilimiz yerine yabancı bir dili konuşmak zorunda olmanın yükünü taşımıyoruz.
Egemenliğimizin tehdit altında olduğu o zorlu yıllarda Kurtuluş Savaşımızdan Mustafa Kemal Atatürk ve canını dişine takarak toprağını savunan Türk Ulusunun çabalarıyla galip olarak çıkmasaydık bizler de 100 yıldır yabancı bir dili konuşuyor olabilirdik.