Öyle doluyum ki “isyanıma çeyrek” kaldı… 9 Eylül yaklaşıyor ve ortalıkta saçma sapan tezviratlar. Hafızlarımıza indirilen emperyalist darbelerden sonra galiba toparlanmamız çok güç. Ama birlik olursak yine “yasemin” kokacak İzmir’in sokakları…

Bir yıl olmuş “köşeme döneli”… Bir yıl önce gazeteci dostum Murat Attila’nın daveti, sevgili Misket Dikmen’in ısrarı ve Başkanım Tunç Soyer’in teşvikiyle döndüm yeniden yazmaya. Cemiyet seçiminden sonra sevgili başkan Dilek Gappi’nin “devam” davetine de icabet gereği hissettim. 9 Eylül Gazetesi’nden sevgili emekçi kardeşim Sinan Keskin’in yoğunluğuna rağmen, dikkatli yönlendirmesiyle buluşuyorum sizlerle.

Daha bir yılım var mı gazete köşemde bilemem. Ama “son yazıya” kadar değişmemeye söz veriyorum. Öyle birilerinin isteğiyle kalem oynatmadım, çene yormadım. Belki onun için de bir zamanlar bir İzmir ünlüsü benim için “pimi çekilmiş el bombası” diyordu.

Öyle kolej falan da görmedim… Zordu benim çocukluğum. Babamın da zordu, dedemin de zordu. Çünkü biz İzmir’in “yerlisi” olsak da, yerli olmayan fakat cüzdanları kabarık sonradan görmelerin yüzünden hep “arka sokakta” kaldık, yaşadık, büyüdük ve öldük.

Açıkça söylüyorum sayıları 10 olmayan bir “aile” düzeniyle “dizayn edildi” İzmir… Onların öyle korkuları vardı ki geçmişlerine ilişkin, işte bunun yüzünden “boşluklar” bıraktılar, tahrip ettiler, tahrif ettiler kent tarihini. Bazı “hainler” kahraman, bazı “kahramanlar” ise “yok” sayıldılar. Bazı “anıtı dikilecek adam” diye yazdıklarının “adi hırsız” olduklarını da gizlediler profesyonelce. Oysa gazete arşivlerinde hala duruyor “kutular içindeki” polis operasyonları.

“Kuvvacı” diye bazılarını bize yutturdular, oysa arşivlerde hala duruyor hangi “İtalyan” ile “iş tuttukları”…

Biliyorum, açıkça yazamıyorum… Ama siz de anlayış gösterin bana, sonuçta “bir atımlık barutum” kaldı belki ve “marş söylemek de” istiyorum “son sahnede”!

Fakat inanıyorum, ülkemin az da olsa “aydınlık” ve “objektif” genç tarihçileri olacak bir gün. Öyle “Londra” damgalı yazmayacaklar tarihimizi… Yeniden “bir” olacağız bir gün İzmir’de, Muğla’da, Kayseri’de, Diyarbakır’da.

Biz 1922’de o kahrolası emperyalizme nasıl diz çöktürdüysek, yine çöktüreceğiz bir gün. Ama bu kez “yerli iş birlikçileri” kıyafet değiştirse de bulacağız. Dinlemeyeceğiz onların “bayram kutlamalarındaki” samimiyetsiz nutuklarını.

Bir gün gerçekten yeniden “yasemin” kokacak İzmir’in çeperleri…

Herkes affetsin beni ama bu samimiyetsiz, riyakâr ortama artık katlanasım yok. Sıkıldım sağ yumruğunu kaldırıp solculuk taslayanlardan da, milliyetçiliği tespih sallamak sananlardan da, doğduğu toprakların inancını alıp, emperyalizmin yarattığı sahte inanca kapılıp Müslüman geçinenlerden de… Hele hele “rakı içmek haramdır” diye “büyük” konuşup, “beylerbeyi” tarzında, elindeki “kadehi” saklayarak “götürenlerden” iğreniyorum artık.

Pazar günü 29 Ağustos’tu…

2017’den beri her 29 Ağustos’ta giderim O’nun kabrine…

1944’de ölüp, 2017’ye kadar “unutulan” gerçek bir kahramandı Müftü Rahmetullah Çelebi

Bir zamanlar saygı duyduğum bir tarihçiden öğrenmiştim mezarını. Derhal görevimi yapıp, Belediye Başkanı’na bildirip tahrip olan kahramanın ve eşinin kabrini yenilemiştik. Bu yıl duyurdum sosyal medyadan. “Vakti olan gelsin” ricasıyla tabii. Ortalarda dolaşıp, o sahtekâr İngiliz ajanının uydurduğu inancı yaymaya çalışan, riyakâr hoca müsveddelerinden değildi çünkü Rahmetullah Çelebi.

Pazar günü 10.50 gibi kabir başındaydım. Yazık ki sadece iki izci lideri vardı çağrıma uyan.

Kimse yoktu başka… Toplam beş kişiydik ki biri de mezarlık işçisiydi.

Kızmalı mıyım?

Tabii ki, hayır. Zorunluluk yok… Ama “duruş” eksik…

Ben duruşa dikkat çekmek istiyorum zira.

İzmir Müftülüğü zaten tanımıyor Rahmetullah Efendi'yi… Ama bugün değil 1944’ten beri…

İzmir Valiliği bırakın müftüyü, Halkapınar Şehitliği'ni dahi unuttu neredeyse 30 yıldır…

15 Mayıs’ın nasıl “içi boşaltıldıysa” yazık ama 9 Eylül de “kimliksizleştirildi”, “anlamsızlaştırıldı”!

Hiiiç kızmayın!

Bugün yaşadığımız ne kadar bela varsa, Lozan’da İngiliz Başbakanı söylemişti İsmet Paşa’ya…

Emperyalizm 1922’de diz çöktürüldü ama “içerideki” iş birlikçileri “unutuldu”! Ya da “öyle gerekti”! Bilemem.

Diyorum ya, karanlık çok tarihimizde… Sormayacaksın, merak etmeyeceksin, sorgulamayacaksın, araştırmayacaksın. Ekranda parlatılan “tarihçilere” inanacaksın mecburen.

1980 darbesi de “son vuruş” oldu “Kemal’in ülkesine”…

Bugün Diyanet'ten tutun Milli Eğitim’e, Milli Savunma’dan tutun, Kültür’e ne sıkıntı varsa, son darbe 1980’dir.

ANAP’ın tek başına iktidarında eleştirdiğimiz ne olduysa, son 20 yılda yaşama geçti ama unuttuk işte.

Cumhuriyetimiz 100 yaşına gidiyor ama biz coşkuyu “10. Yıl Marşı'yla” yaşıyoruz. Tuhaf değil mi bu? Oysa 50. yılda da bir marş vardı, 75. yılda da…

1938’den sonra ne olduysa oldu işte…

Aslında 1926’da sinyal verilmişti ama o zaman Mustafa Kemal vardı Anadolu’nun başında!

Neyse, önümüzde bir 9 Eylül de var… Karamsarım ama umutsuz değilim…

Rahmetullah Efendi'nin ve eşinin kabrine “gül suyu” dökerken hissettim inanın. İnanın delirmiyorum, dünün “gerçek kahramanları” bize yine tebessüm ediyor! Kabir başında bu yıl da benimle birlikte duran İzci lideri Mehmet Hacımusalar'a kalbi teşekkürlerimi sunuyorum.

Bir gün belki düşeceğim sokaklara, belki bir ağacın dibinde göreceğim aydınlığı… Ama eminim… Bir gün ülkemde mutlaka, ama mutlaka “güneş” doğacak… Ve İzmir’imin “yukarı sokaklarından” aşağıya yine mis gibi yaseminler kokacak…

Her şeye rağmen şanslıyım… Çünkü ben o “yasemin” kokularıyla büyüdüm.

***

KIZMIYORUM ARTIK SAYIN VALİM…

İzmir’de adı  “Mahalli Çevre Kurulu” olan bir heyet-i kebir var. Başında bir vali yardımcısı ve bir yığın kamu kurum üyesi. Bu heyet-i kebirin “çevreyle” ne ilgisi var, anlamadım gitti. Lakin bu beylerin “halkla sorunları” ciddi boyuta geldi.

İnanın kızmıyorum, tam tersi İzmir Valiliği’ne ve bu kurula bir teşekkürüm var. Çünkü dürüst davrandılar, halkı ve yurttaşlarını sevmediklerini, ciddiye almadıklarını açıkça ortaya koydular.

Zaten “kimse kimseyi sevmek zorunda” değil ki…

Hele de 30 Ekim depreminden sonra…

Bayraklı başta olmak üzere bir “kentsel dönüşüm” tantanası da başladı ya… Nasılsa İzmir’de “sorgulayıcı basın da” yok, halkını seven “siyaset erbabı da” yok. Varsın “zulme devam” desin bu kurul.

Kararın anlamı şu.

Yıkım, hafriyat, inşaat işlerinde zaman sınırı yok. Müteahhit efendiler ne isterse o!

Bayraklı dahil pek çok ilçede bugün ciddi sayıda yıkım ve inşaat var.

Örneğin Bayraklı…

Bendeniz de ısrarla Bayraklı’da “kiracı” sıfatımla oturmak mecburiyetindeyim ya? Sağ olsun vatandaşlar hatta şantiye işçileri de tanıyor ya? Hem “hedef” oldum hem de “mağdur”!

Ama ne hikmetse dostum olan milletvekilleri bile konuşmuyor artık benimle.

9 aydır vahşi bir Ankara firmasının akla hayale gelmeyecek zulümlerini yaşadık, an itibariyle de yaşıyoruz. Bir ara “05.00-24.00” kuralı konmuştu, hafta sonları “insafa gelinmişti”. Lakin 26 Ağustos itibariyle bu da kalktı. Hafta sonu dâhil 24 saat gürültü ve çalışma izni verdi erkân-ı devlet!

Bayraklı’da yıkımı bekleyen tüm binalar, sağlam binalarla aynı alanda. Örneğin benim oturduğum evin tüm çevresi, yıkılan ve yıkılmak üzere olan binalarla dolu. Cumartesi ve pazar günleri eşimle sabah erkenden evden kaçıyoruz çoğu kez. Gece kapı pencere açamıyoruz sıcaktan bunalıyoruz, klima açıyoruz fatura ağır geliyor. Haydi, kendimden geçtim, çıkan toz tam bir faciaya davet. Yıkım firmaları o kadar vicdansız ve umursamaz ki… Şikâyette artık alıştık “kime şikâyet ederseniz edin” laflarına. Ankaralı firmanın şantiye amiri de kendini aşmış. Muhatabının İzmir Valisi olmadığını bir cep telefonu kadar yakın olan Bakan Murat Kurum olduğunu söylüyor. Kendi işçilerinin bile nefret ettiği bu adamı, Bakan nasıl ciddiye alıyor merak ediyorum.

Çevre Şehircilik Müdürü, Bayraklı Kaymakamı, Bayraklı Emniyet Müdürü “gerçeklerden bihaber”. Bayraklı Belediyesi sürekli “yetkim yok” bandında.

Yine de teşekkür ediyorum ki biz Bayraklı mağdurlarını “yurttaş” saymıyorlar. İZDEDA diye bir örgütlenmemiz var, başkanı sinir krizleri geçirmek üzere, onun kadar “gerçekleri” bilen yok ama gel gelelim devlet sadece müteahhit lobisini tutuyor. Saçma sapan mazeretleri ileri süren bu “şişkin cüzdanlı” adamları halkın üzerinde görüyor.

Yollar keyfi kapatılıyor, keyfi zamanlarda beton dökülüyor, malzemeler yollara konuluyor. Ambulans, itfaiye araçları geldiğinde geçecek yol bulamıyor ama yine de “müteahhitler cici” halk “kaka”!

Hasta, yaşlı, yatalak, hamile, bebek ihtimali hiç düşünülmüyor. Mesela Bayraklı Sağlık Müdürü biliyor mu yıkım ve inşaat alanları çevresinde kaç tane “astım” ve “kalp” hastası yaşıyor? Ama sanırım kaç müteahhit çalışıyor onu biliyordur müdür de kaymakam da…

Son sözüm tüm Bayraklı siyasetçilerine!

Önümüzde seçim var… Çoğunuz sanırım yine vekilliğe, başkanlığa, meclis üyeliğine, muhtarlığa “aday” olmayı düşünüyorsunuz. Ama ben de dostça size bir uyarıda bulunayım: Bu kafayla giderseniz, Bayraklı sandığa bile gidip gitmemeyi düşünecek! Çünkü gerçeklerden çok uzaksınız.

Ben de konu çok. Size yakında bir de “müteahhit” öyküleri yazacağım. Kentsel dönüşümde daire sahibinden 600 bin lira isteyen, veremeyecek olanın da evini 250 bin liraya kapatmaya çalışan vicdansızları anlatacağım.

Kim dönerse dönsün, ben dönersem yolumdan şerefsizim! Evimin önüne ikide bir gelip, fotoğraf çeken “beyaz küçük aracın” kimlere ait olduğunu öğrenmeye de az kaldı!

***

CUMAYA…

7-8-9 Eylül’de Apikam Bahçesi’nde muhteşem bir etkinlik var. İzmir müştereğimiz adına makam mevki ayrımlarını da bir yana bırakıp herkesi, ayrımsız herkesi İzmir’in hafıza mekânına davet edeceğim. Cumaya yazacağım, gelmezseniz fena bozulurum ona göre.