Bir zamanlar, “Demir Parmaklılarla Kuşatılan Topraklar” denilen bir ülke vardı.

Bu ülkede insanlar açlık, yoksulluk içinde geçimlerini alın teriyle sağlamaya çabalardı. Fakat  ülkede bir tuhaflık vardı; halkı yönetenler, insanları idare etmek için "Havuç ve Sopa" denen eski bir politikayı uyguluyorlardı. Hak, hukuk, adalet, demokrasi, barış vaadiyle gözleri boyarlar, sonra da her ses çıkaranın önüne bir sopa dayarlardı. Biat edenlere küçük küçük ödüller verilir, baş kaldıranlar ise demir parmaklıklar ardına sürülürdü.

Sürülenlerin hikayeleri  dillere destan olmuştu. Oraya gidenlerin sesi kısılır, özgürlükleri ellerinden alınır ve geceyle gündüzü ayırt edemez hale gelirlerdi.
Ama yine de halk, içlerinde büyüyen öfkeyi ve mücadele azmini korurdu. Çünkü, tüm baskıya ve sopalara rağmen, haksızlıkların gün ışığına çıkacağı bir anın umuduyla yaşar, bir gün bu baskıcı düzenin yıkılacağına inanırlardı.

Bir gün, demir parmaklıklarla çevrili toprakların en tepesindeki yönetici yeni bir açıklama yaptı.
“Bu ülke için büyük reformlar yapacağız,” dedi, “ama tabi ki bu reformlar sabırlı olan, kurallara uyan ve otoriteye saygı duyan halkımız için geçerli olacak. İyi işler yapanlar havuçla ödüllendirilecek, yanlış yapanlar ise sopayı görecek.”

Halkın içindeki uyanış başlamıştı. Gençler artık bu düzenin hep aynı döngülerle halkı susturmaya yönelik olduğunu anlamış, yaşlılar ise yılların birikmiş tecrübesiyle, değişimin yalnızca kendi ellerinde olduğunu fark etmişti.
Büyük bir seçim yaklaşırken, her yerde bir direniş filizlenmeye başladı. İnsanlar, meydanlarda, evlerde, iş yerlerinde bir araya gelerek, bu defa oylarıyla “Havuç ve Sopa” politikasına son vereceklerine dair söz verdiler.