En güzel günlerimi, bırakınız interneti ve sosyal medyayı, telefon, televizyon ve elektriğin bile olmadığı, ilçeye araçla gitmenin lüks olduğu, üç saat mesafedeki yaylaya eşeklerle günde en fazla bir kere gidilip gelinebildiği zamanlarda, Güney Toroslar’ın tepelerinde bir vadiye kurulu Dere Köy’deki çocukluğumda yaşadım. Lapa lapa kar yağarken, el fenerinin kör ışığında ailecek oturmaya gidilen komşularda termiye*, geyecek* ve çakıl armudu* turşusu, kuru üzüm, leblebi, ayçiçeği veya kabak çekirdeği, keçi boynuzu, ceviz ile varsa şalgam ikram edilirdi. Gaz lambası ışığında, çıtır çıtır ardıç ve meşe odunu yanan sobaların üstündeki ibriklerin ülüklerinden* sızan damlalar tıss, cızz sesleriyle buharlaşırken, çiçeklerimizin* döktüğü metellerin* hayal dünyasında uçar, yer minderlerinde uyur kalırdık.

Köyde herkes fakirdi. Öğün zamanları herkes aynı şeyleri, aynı şekilde, yer sofrasına kurulan sinideki tek tabaktan dıkımla* ya da tahta kaşıklarla yerdi. Sabahları çay, kavrulmuş susam tahini, tüm yağı alınmış keş*, yufka, bazen de bal. Öğlenleri mevsime göre kanevezli*, karamıklı*, kabaklı, gumpirli* ya da çıkla* bulgur pilavı yanında ayran ya da hoşaf, akşamları ise yahnili yemekler.

Yemeğe isteksizlik de obezlik de yoktu. Herkes aynı zamanda, hızda ve âdil olarak sofradakini bölüşerek yerdi. Zengin sayılan, durumu biraz halliceler gösteriş yapamazlar, ya gizli gizli yerler ya da yediklerinden herkese ikram ederlerdi.

Dedikodular, anlaşmazlıklar, kırgınlıklar, küskünlükler olurdu ama bayramlarda küsler mutlaka barışır, kaderdaşlıkta buluşulurdu. Herkes yardımlaşır, eşeğini, bahçesini, sütünü komşusuna ödünç verirdi. Ortak değer ve ilkelere uymayanlar ayıplanırdı.

İlkokul beşinci sınıfta, köyün en zeki çocuklarından biri diye beni parasız yatılı ortaokul imtihanı için ilçeye götürdüler. İlçeden çocuklarla bir masanın etrafına oturtuldum. Yamalı pantolonum, lastik ayakkabılarım ve giymekten eskimiş işliğimle* çok yaban hissetmiştim. Elimize kâğıt, kalem ve on soru tutuşturdular. Cevabını hiç bilmediğim sorulardan sadece üç tanesine, o da birazcık, aşinaydım. Chopin’i ilk defa o zaman duydum. "Kuzeninin kocası kimdi" gibi bir soruydu! O gün içimde “Öğretmediklerini niçin soruyorlar, öyle olacaksa niye imtihan yapıyorlar" diye bir mantıksızlık ve adaletsizlik hissi uyandı.

Kuşadası Adliye’sinde zabıt kâtibi olan rahmetli Faik dayımın beni yanına, okul kaydımı da Kaya Aldoğan Ortaokulu’na aldırması ile üçüncü sınıfta köyde öğrenebileceğimden kat be kat fazlasını öğrendim. O sayede parasız yatılı Çanakkale Öğretmen Okulu’nu kazandım. Ama öğretmen olamadan kaderin cilvesi yolumu İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne çevirdi. Beyazıt'taki ana binadaki “Atatürk ve Gençlik” heykeline doğru yürürken ilahi bir gücün önemli bir görev için beni oraya gönderdiğini düşünüyor, bunun ne olduğunu, o görevi nasıl yerine getirebileceğimi merak ediyordum.

Memleketin ücra köşelerinden büyük şehirlere akan garibanlar, üç kuruş para için çanta ve tekstil atölyelerinde gece yarılarına kadar gayri insani şartlarda çalışırken üniversitelere ve işyerlerine anarşi hâkim olduğu, farklı siyasi görüştekilerin diğerini dövmek, öldürmek için bahaneler aradığı anarşi ve terör döneminde, postu deldirmeden fakülteden mezun olmayı, sonra avukat olmayı başardım.

25 yaşımdan sonra İngilizce öğrenerek uluslararası hukuka açıldım. Önüme çıkan fırsatları dürüstçe değerlendirdim, başta ben dahil üç kişilik büromu kurumlaştırıp büyüttüm. Uluslararası hukuk ve danışmanlık hizmetleri vererek dünyada bilinir hale getirdim. Dünyanın her yanında işbirliği yaptığım, dostluklar geliştirdiğim arkadaşlarım var. İyi bir işim, gelirim, saygınlığım var, çoklarına göre mutlu ve mesut bir hayat sürüyor olmalıyım, fakat gittikçe mutsuzlaşıyor, Dere Köyü’ndeki o eski güzel günleri özlüyorum.

Asil Nadir’in batırdığı Polly Peck’e İngiliz mahkemesinin atadığı kayyımların avukatlığını yaptığım sırada, uluslararası alanda yargı ve hukukun ne kadar gelişmiş, Türkiye’de ise ne kadar geride olduğunu gördüm. Hukukçuların kutsal bir görev yaptıkları ve efsunlu oldukları inancım tümden yıkılalı çok oldu. En başta hukukçular, hukuku hiç ediyorlar! Hâkimler ve savcılar eskiden çok saygın ve bağımsızlardı, bugünlerde ikisini de kaybettiler. Enflasyonun yüzde 100’leri aştığı, ekonominin dışa açıldığı, kaynağı belirsiz zenginlerin arttığı dönemlerde hâkim odaları yılbaşında ve bayram öncelerinde hediyelerle dolup taşmaya başladı. Şimdilerde gizli saklı yöntemlerle ve bir kısım avukatların ve bilirkişilerin aracılığıyla daha kötüleri oluyor!

Ekonomide devletçilikten, sosyalist yöntemlerle sulandırılmış kapitalist sisteme geçilmesinden beri, devlet eliyle kapitalistler oluşturulur oldu. İktidarlar adeta, ülke şirket, kendileri de sahipleri imiş gibi, ülkenin kıt kaynaklarını zenginlere aktarır ya da yoktan zenginler yaratırken, işinsanları da devletin para ve ekonomi politikalarından dolayı, artırdıkları üretim ve katma değerden çok daha fazlasını kazanır oldular.

İnsanlar doğruları mertçe ve korkusuzca konuşamaz, korkusuz birileri çıksa bile seslerini diğerlerine duyuramaz oldu. Adaletin yerini adaletsizlik aldı.

Köyde böyle bir durum olsaydı, kimseye müdânâ etmeyen, karnını doyuracak yufkası, başını sokacak bir odası olduğuna ve onuruyla yaşadığına şükreden fakat hiç kimseden korkusu olmayan bir gariban köylü, köyün “Önecek” meydanında okkalı bir küfür sallar, durum düzelmese de kamuoyu vicdanı biraz huzur bulurdu.

Yeni bir yıl daha kapımızda, 2026 özgürlük, hukuk, adalet, sağlık, ve geride bıraktığımız o güzel günlerden getirsin!

Cice: Abla ya da anne yaşlarında kadın komşu.

Çakıl armudu: Ahlat.

Çıkla: Sadece.

Dıkım: Sulu yemek için yufkadan yapılan üçgen biçimli lokmalık.

Geyecek: Yabani bir meyve.

Gumpir: Patates.

Kanevez: Domates.

İşlik: Gömlek.

Karamık (Karamuk): Ekşi yaprakları yenilen dikenli bir çalı bitkisi.

Keş: Ayrandan yapılan lor.

Metel: Masal.

Metel dökmek: Masal anlatmak.

Termiye: Akdeniz bölgesine mahsus acı bakla; haşlandıktan sonra derede bir gün bekletilince acısı kaybolur.

Ülük: ibrikin, içinden su akan ince oluğu.