Sayısız kez kürsülerde masalarda dillendirdim, bildiri metinlerinde köşe yazılarında yineledim. Sanatı tanımla deseler, söze iki tümceyle başlarım: 1.Sanat, hele ki yazarlık, hayatın zabıt kâtipliğidir, 2.Sanat, hayata düşünsel ve estetik açıdan müdahale etme eylemidir.

            Elbette bu iki tümcenin sonunda, sayısız bağlamla söyleyeceklerim uzayıp gider. Bunlar kiminin hoşuna gider, kimini ürkütür, kimini uzaklaştırır. Öyle ya, herkesi hoşnut edecek ve birleştirecek bir tanım, yaklaşım ya da düşünce olası mıdır? Tüm kuramsal yaklaşımları, poetikaları, ekolleri, akımları bir tarafa bırakıp; belki de yeni okumaların, yaklaşımların, arayışların, üretimlerin ve paylaşım olanaklarının peşine düşmeliyiz. Doğru mudur, öyle mi yapmalıyız? Örneğin, ben yazının başındaki sanat tanımlarımdan vaz mı geçmeliyim?

            Nicedir dünyanın ve memleketin halini “Neo –yeni- Ortaçağ” olarak tanımlıyorum ve birçok kalem bu tanımı kabullenmiş görünüyor. Öyle bir yere geldik ki, bu tanımı artık yetersiz görüyorum. İçinde bulunduğumuz sürecin adı “Taş Devri”nden başka bir şey olamaz. İnsanlığın evrim ve devrim sürecinin başlangıcını oluşturan bildiğimiz Taş Devrini ve bugünlerimizin ilk adımlarını atan atalarımızı elbette tenzih ederim. Onlar eşya üretmeyi, taşları cilalamayı, toprakla tanışmayı, doğaya, hayata ve yeryüzüne tutunmayı başardılar. O zamanki Taş Devri, insanlığın geleceğe yürüyüşüne cesaret, güç ve esin verdi, sınamanın ve başarmanın her adımında olağanüstü sevinçler yaşattı. Bugünkü Taş Devri’nin, inanılmaz teknolojik araç gereçlerle, bilgi birikimiyle, uygarlık deposuyla ve yine insan eliyle bir kıyım ve mahvoluş süreci olarak yaşatılıyor olması ise kelimenin tam anlamıyla, rezillik, kepazelik ve suçtur. Eğer bu süreç, dünyayı uzayın karanlıklarına postalayıp cesede dönüştürmezse, gelecek kuşaklar bugünleri utançla anımsayacak. Cehaletin, şiddettin, düşmanlığın ve kıyıcılığın geleceğe utançtan başka bırakacağı ne olabilir?

            Bunun böyle olacağını nereden biliyoruz? Geçmişin karanlıklarına dair birikimimizden elbette ve bize o birikim bilim ve sanat sayesinde ulaştı. Çünkü istendiği kadar yok sayılsın, hayattan kovulduğuna inanılsın, onların işi buydu. Bugünler hakkında da her türlü birikim, bilgi ve sanat sayesinde ulaşacak. Bu herkese ve her şeye rağmen yok edilemeyen bir gerçekliktir. Bu durumun en çok farkında olanlar Taş Devrini yaratanlar ve yaşatanlardır. Bu yüzden sanatı yukarıdaki tanımlarından soyup, kendilerine benzetmeye çalışmakta ve fakat bir türlü başaramamaktadırlar. Bunun bir nedeni de yukarıda yaptığımız tanımlardır. Bu tanımlar, çelişkilerden, sorgulamalardan, diyalektikten beslenir. Olana bakıp, olması gerekene dair kapı pencere açma eylemi olarak da tanımlayacağımız sanatın, başka türlü yaratılıp paylaşıldığı henüz görülmedi.

            Bugün sanat bir yandan ve her açıdan baskılanırken, bir yandan sanata ulaşım ya da erişim olanakları ortadan kaldırılmaktadır. Bundan daha vahimi, yaratılan yoksulluk ve yoksunluk ikliminde, sanat her şeyden önce algı alanlarından kovulmakta, bir ihtiyaç unsuru olarak düşünülmesi engellenmektedir. Karınları aç bırakılan kitlelerin gözünde sanat, şımarıkların, ortalık karıştıranların, huzur kaçıranların ve giderek şeytanlaşanların alanına indirgenmektedir. Arabesk, saçma bir pazara dönüştürülen memleket ortamı ve ona egemen olan algısızlık ikliminde, örneğin bir tiyatro biletinin 2750 lira olması doğal karşılanmaktadır. Böylece sanat, halkın değil ancak ve ancak kendi aralarında vur patlasın çal oynasın yaşayanların alanı olarak kabul edilmektedir.

            Söyleyecek çok söz vardır ve edilmelidir. Bu köşede elden gelen yapılacaktır. Bu kaygının yerel yönetimlerden partilere, sanat örgütlenmelerinden bireysel ya da topluluk olarak eylemlilik gösterenlere paylaşılması gerekmektedir. Neden?

            Hala bu soruyu soranlar varsa, yazıyı bir daha okumalarını ve özellikle ilk paragraftaki sanat yaklaşımına dikkat etmelerini söylemekten başka çaremiz yoktur.