“Kendini saklayan kent” derler, dolaşın hak verirsiniz.

Dolaşın derken, ana caddeleri, Kordon boyunu falan söylemiyoruz.

Fazla değil, onların bir iki sokak içinden yürümenizi öneriyoruz.

Yılların ihmal ve ertelemeleri yetmezmiş gibi, yoksulluğun, zevksizliğin, kaygısızlığın ve saygısızlığın abanıp kemirdiği bir kent dokusundan söz ediyoruz.

Orhan Beşikçi’den Hasan Topal’a, Emel Kayın’dan İlhan Pınar’a bir avuç insanın, yıllardır neden çırpındığını, ne anlatmaya çalıştığını bir de gözlerinizle görmenizi istiyoruz.

Ama “turist” olarak değil, bir kentin yalnızca ona sahip çıkanların hakkı olduğunu bilerek yapmalısınız bunu.

Başınızı kaldırıp, o kadim duvarların üstüne o teneke barakanın nasıl kondurulduğunu ve buna yıllardır nasıl tahammül edildiğini düşünmüyorsanız olmaz.

Kırık dökük bir kapıdan içeri girip, yıllara ve insana rağmen direnen o güzelim mücevherleri görmüyorsanız, kentte dolaşmış sayılmazsınız.

Yalnızca dönmesi sağlansa, çevresi insani ve tarihi açıdan değerlendirilse, hikâyesiyle tek başına çekim merkezi olabilecek Dönertaş’a dokunmamışsanız, sahi siz nereyi gezdiniz?

Türlü nedenlerle içine kapanan, soluk renksiz duvarların ardına çekilen havralara, kiliselere, camilere, hazirelere girmemişseniz, siz İzmir’de ne gördüğünüzü sanıyorsunuz?

Ah ki, Damlacık’a gitmeseniz de olur, çünkü artık öyle bir semt yok!

Duyarsız yürekler, mühürlü gözler ve doymak bilmez işkembeler için, kent dediğin ne ki?

Yıkılıp yerine yenisi konacak ve pazarlanacak binalar, tepe tepe kullanacağın arazi, canlısı cansızı tüm varlığıyla talan edilecek deniz dere göl…

İşte böyle olduğu için TOKİ konserveleri birer fotokopi gibi her kentti sarıyor.

İşte dağların bir avuç altın için talan edilmesi, bu yüzden kimseyi ilgilendirmiyor.

“Kentsel dönüşüm” yaftasıyla yap-sat piyasasında at koşturulurken, elbette o kentin, o semtin hafızası, hikâyesi, tarihsel ve toplumsal dokusu kimseyi ilgilendirmiyor.

1950’lerde başlayan ve kışkırtılan çarpık kapitalizm ile sırtı okşanan arabesk lümpenliğin suç ortaklığından ve başımıza açtığı dertlerden söz ediyoruz.

Heyamola Yayınlarının semtler-yazarlar kitaplarını okudunuz mu?

O kitapların ağlak kadercilik ve kof nostalji dışında kalan sayfaları, işte bu çöküşün tanıklığını haykırıyor.

Kentlerin elektriği vardır, onu yitirince işte gün ışığında kapkaranlık kalıverir o kentler ve insanları. Saygısızlığın, bilgisizliğin, vefasızlığın, geçmişten geleceğe her yanı saran ruhsuzluğun nedeni, o şalterlerin taammüden indirilmesidir.

Elektrik deyince, bilmem kaç kişinin dikkatini çekti?

Tarihi Elektrik Santrali Fabrikasının başına gelenleri okudunuz mu?

Büyükşehir onu İzmir’e kazandırmak istedi, ihaleye girdi, kazandı.

Sonuç?

İhale iptal edildi?

Gerekçe?

Özelleştirme ihalelerine yalnızca özel kuruluşlar vb. katılabilirmiş, iyi mi? Köşe bitiyor, haftaya kadar şu alıntıyla idare ediniz.

Kimine Çince gibi gelecektir elbette.

Merak edilmesin, anladıkları dilden konuşacağız:

“1928 yılında inşa edilen söz konusu yerdeki Elektrik Fabrikası, elektrik santrali, su kulesi, yakıt tankları ve depoları, atölyeler vb. yapılar ile bir bütünün parçası olarak tasarlanmış, eskimiş ama bileşeninden kopmamış, “endüstriyel yapı” tasarımlarının bir örneği olması nedeniyle mimarlık tarihi açısından yeri son derece önemli, tasarım ve mimarlık tekniği ve teknoloji açısından bir daha yerine konulamayacak değerde bir yapıdır.

Ulusal ve uluslararası belgelerde “sanayi arkeolojisi” olarak tanımlanan Elektrik Fabrikası binasının bu ihale süreci ve satışı süreciyle yok olması, binanın çevresi ile birlikte düşünülerek tasarlanmış olan ve birbirini bütünleyen, kentin bir dönem kültürünün belgesi de yok olmuş olacaktır.

Kültürel ve tarihsel özgünlüğü bulunan bir endüstri yapısı, ihale yoluyla satışa çıkarılarak, yerle bir edilmeye çalışılmakta, ender, özgün değerlere sahip, gelecek kuşaklar için belge değeri olan bir mimari kültürel miras, sıradan bir taşınmaz gibi, adeta yok edilmeye çalışılmaktadır…”